Aydınlanmanın merkezi Orta Asya

A -
A +

Orta Asya Türk devletlerinde, Selçuklu ve Osmanlılardaki bilim merkezlerinde matematik temel argüman olmuşken, bunun arka plânında Semerkand matematik ve astronomi okulu vardır

Yıllar geçmesine rağmen “Felsefenin konusu nedir, ne olmalıdır” sorusuna cevap aranırken ağır basan iki görüş hâlâ gündemdedir. Bunlardan birincisi felsefenin konusu eski anlayışın bir kısmında olduğu gibi “ahlâk” problemidir. Bu konunun önemli savunucuları St. Thomas, Bergson ve Kant’tır. Ahlâk neden bu kadar önemli ve felsefenin ana konusu olmuştur. Ahlâk esas îtibârı ile hayâtın içindedir. Yalan söylememek, hırsızlık yapmamak, insanları aldatmamak vb. gibi...

Hâlbuki İlk ve Orta Çağ’larda pratik ahlâkın çöküş dönemi olduğunu biliyoruz. Aslında bütün vahyî dinlerin ana konusu ahlâktır. Kur’ân-ı kerîmde Kalem Sûresi 4. âyet-i kerimede Peygamber Efendimize hitâben: “Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzeresin” ve bunun açıklayıcısı olan bir Hadîs-i şerîfte de Efendimiz “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuruyor. ( HM, 8939 İbn Hanbel, II, 381 ) Bu âyet ve hadîs o kadar önemlidir ki…

Felsefe ahlâkın konusunu tespit etmeye çalışırken eski Yunan’da ahlâksızlık diz boyu olmuştu. Halkın düşünürleri olan filozoflar ahlâkı, estetik ve iyi düşünce üzerine binâ ediliyorlardı. Kadîm Yunan mâzîsi MÖ 4 binlere kadar iner, fakat sapkınlığın bir kolu olan “lezbiyenlik” sözcüğü 1800’lü yıllardan îtibâren kadın eş cinsel anlamında kullanılmıştır.

Eflâtun “Şölen” adlı kitabında “Soylu olan aşkın, erkeğin bir erkeğe duyduğu aşk olduğunu, bir kadın ve erkek arasındaki aşkın ise âdî ve sâdece üreme amaçlı” olduğunu uzun uzun anlatır. (Şölen, Platon, Çevirmen, Furkan Akderin, Say Yayınları, 2013 )

Antik Yunan’da elit erkek bireyler arasında en yaygın eş cinsel ilişki “paiderasita” yâni oğlancılıktı. İlişkide yetişkin bir erkek ve ergen bir genç bulunurdu. Bir erkek sakalı tam çıkana kadar “oğlan” olarak görülürdü. Atina’da yaşlı adama “erastes” denilirdi.

 Antik Yunan’da kadın aşağılık bir yaratık olarak görülür, hattâ insan olup olmadığı tartışılırdı.

“Sokrates’in Karısı” adlı kitapta onun erkek öğrencileriyle ilişkisi olduğu iddiâ edilir. Kitapta, Sokrat’ın eş cinselliğine bayağı yer ayrılmıştır.

(“Sokrates’in Karısı” Gerald Messadie, Çevirmen Gülseren Devrim “Madame Socrate” Doğan Kitap, 2004)

Mısır coğrafyasında LGBTİ kimlikleri ile ortaya çıkan mitolojik figürler örnek olarak interseks tasviriyle Nil Nehri’nin tanrısı Hapy ve interseks bereket tanrısı Wadj- Wer’in onun eş cinsel yaşayışları ön plana çıkarılmıştır. Bu alanda Hermafrodit tasvirleriyle kader tanrısı Shai de zikredilebilir.

Yunan mitolojisinde eş cinsellik denince akla ilk gelen isimlerden birisi Dionysus’tur. Annesi Zeus tarafından boğularak öldürüldükten sonra Zeus’un kalçasının içinden meydana gelir. Eş cinsellerin ve transseksüellerin ana tanrısı olarak kabul edilir. Eros erkek eş cinsellerin, Sapho’nun şiirinde de Afrodit lezbiyenlerin tanrıçası olarak görülür.

Ünlü Yunan şâirleri Alceus ve eş cinsel olan Sapho’ya atfen Lesvoslu anlamına gelen “lezbiyen” denilmiştir.

Eski Türklerde (Tengri Dini) eş cinselliğe âit hiçbir belge bulunamamıştır.

Eş cinselliğin, lezbiyenlerin kaynağı olan eski milletlerde ve özellikle felsefenin merkezi olan Yunan’da “ahlâk” konusunun ele alınması boşuna değildi. O zaman gerçekten insan sormadan edemiyor: Eş cinsellik ahlâk konusu olmuyorsa ahlâkın konusu nedir?

Kur’ân-ı kerîmde Şuarâ sûresi 166. âyette “Rabb’inizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz. A’raf Sûresi 80. âyette “Hani Lût da kavmine şöyle demişti: Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayâsız çirkinliği mi yapıyorsunuz?”

A’raf 81. âyette de “Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz ölçüyü aşan azgın bir kavimsiniz” denilmektedir.

Araf 82’de ise kavminin cevâbı: “Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları.”

İslâm ülkelerinin bâzılarına eş cinsellik ağır cezâlara tâbi tutulurken bâzı İslâm ülkelerinde de suç kabul edilmemektedir.

Görüldüğü gibi dünyâyı saran eş cinselliğin da kaynağı Batı’dır. Eski Türklerde bu fiil görülmemişken İslâmiyet de bunu şiddetle yasaklamıştır.

 

FELSEFE VE POZİTİF İLİMLER

 

Felsefenin ikinci ana konusu ise “Bilimlerin çıkardığı bilimsel gerçeklere dayanarak onlar üzerinde düşünmek olmalıdır” tezidir. Bilimsel felsefe, bilimlerin sonuçlarına dayanan sentezci ve tenkitçi bir düşünüş şekli olmalıdır. Bunun savunucuları Pozitivistler ve Viyana ekolüdür. Auguste Compte gibi.

İşte bu karmaşık düşünceler ışığında felsefenin ana konusu olan “yaratılış ve kozmik âlem” bütün Orta Asya’ya yayıldı.

Felsefe, olayların meydana gelmesinde bir sebebi kabul eder. Tabîat bilimleri sonuç olarak meydana gelmiş olaydan bir evvelki olaya “sebep” diyorlar. Düşüncede normal yöntem şu idi: Mâdemki olayları meydana getiren bir sebep arıyoruz, o hâlde bu sebepleri de meydana getiren bir sebep olmalı. Sebep ve sonuçların birbirine zincirleme bir şekilde bağlanması “determinizm” görüşüne yol açmıştır. Bilim bunun üzerinde dururken felsefe, ilk sebebi arar. Bilimler sebepleri özelleştirerek araştırma yöntemini benimser. O hâlde fizik maddeyi, biyoloji canlıyı, astronomi gök olaylarını ele alarak bunların sebeplerini bulmaya çalışır.

Felsefe ve bilim arasında “doğuş” ve “gâyeleri” bakımından bir berâberlik varsa da metot ve sonuçları bakımından bâzı farklılıklar gösterirler. Bu farklar bir cismin gördüğü iş ile onun mâhiyeti arasındaki farklara tekâbül eder. (Lutfi Öztabağ, Felsefe Desleri, Yükselen Matbaası s. 23-27, İstanbul, 1965)

İki grubun da unuttukları bir şey vardı: Sebepleri yaratan, “Müsebbibü’l-esbâb” Allâhü teâladır. Ve o, mümkinât âleminde her şeyi bir sebebe bağlı olarak yaratmıştır.

Medreselerin yaratılış ve gâyeleri üzerine yazılan kitaplarla yetişen Orta Asya bilim yuvalarında felsefî doktrinlerin etkisinde kalan bâzı âlimler yaratılış teorileri üzerinde dururlarken sendelemeye başladılar. Felsefenin yaratılış hükmü de ahlâk hükmü de İslâmî akâidden farklı idi. Bunlar düşünceyi gâye ve sonuca varmak için aklî melekeleri esas olarak alan filozofların görüşleri idi. Ama bu arada bir şeyi de unutmamak lâzım: Orta Asya’da müsbet ilimlere dayalı gözlem ve deneylerde, matematik ve geometride felsefenin çok büyük etkisi olmuştur. Mesela Plâton’un kapısında şu levha vardır: “Ageometretos medeis eisito!” Yâni, matematiksel olanı kavramamış olan giremez!

İlk Çağ filozofları için matematik vaz geçilemez bir olaydır. Bütün çözümlerde ona başvurmak gerektiğini herkese kabul ettirmişlerdir.

İlk Çağ filozofları kâinâtın yaratılışı ile ilgili verilerin bâzıları doğru olsa da İslâm süzgecinden geçmeleri gerekiyordu. Meselâ Miletli Tales’e göre bu âlemin ana maddesi ve değişmez prensibi “su”dur. Bu tamam da sonra “zamanla her şey su olacak” sözü suyun ebedî olduğu kanaati doğuyor.

Anaximandros ve talebesi Anaximenes de ilk cevher olarak “apeiron” veyâ su ve hava gibi ilk cevher olarak kabul ediyorlar.

 

KOZMİK ÂLEM VE İLÂHÎ MESAJLAR

 

Adem-i mutlakta hiçbir şey yaratılmamışken vücûd-ı mutlak olan Allâhü te’âlâ milyarlarca yıl evvel kâinâtın ilk madde veyâ maddelerini sudan ce’ale (creation) etti.

Dogmatik olan bu filozoflara göre apeiron veyâ ilk madde yaratılmamış olduğu için yok da edilemez. Tabîî ki bu da “küllü men aleyhâ fân” Rahmân 22, “Yeryüzünde bulunan her şey fânidir” ilâhî hükmü dışındadır.

Bu kozmik âlemin yaratılışı bütün Orta Asya bilim adamlarının ana meşgalesi oldu. Yer ve göğün yaratılışı… Ayrıca Kur’ân-ı kerîmde de bu konularda fazlaca âyetin olması bu tecessüsün en itici gücü oldu. Meselâ Âl-i İmrân Sûresi 190. âyet’te “Şüphesiz göklerin ve yerlerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardına gelip gidişinde akl-ı selîm sâhipleri için birçok ibretler vardır.”

“Rabb’imiz sen bunları boşuna yaratmadın, sen bütün noksan sıfatlardan uzaksın.” “Âl-i İmrân 191”

“Biz İbrâhîm’e delille akıl yürütmesi ve kesin bir ilme, îmâna sâhip olması için göklerin ver yerin muhteşem saltanâtını öylece gösteriyorduk. “En’âm 75

Âl-i İmrân 190’da göklerle yerlerin yaratılışı ve gece gündüz olayları da bir zaman, mekân ve kozmik olaylar sınıfına girer. Dünyâ da güneş de dönüyor, ama güneş batmıyor; dünyânın başka bir bölgesine ışıklarını veriyor. Bunları rast gele bir insanın tefekkür etmesi zor. Dünyâ kendiliğinden oluşmadı bunu yaratan bir kuvvet var ama bu yaratılışın sırrı ve hikmeti nedir, sorusuna cevap arayanlar da ulü’l-ebsârdır; yâni akl-ı selîm sâhipleridir. Kâinâtın yaratılış sırlarını ilk deşifre edenler de fetânet ve ilâhî ilimlerle donatılan Peygamberân-ı ızâm aleyhimüsselâmdır.

Şunu hiç unutmayalım ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâma isimleri öğretmek bâbında kâinâtın sırları, bütün gizli ve açık ilimler verilmiştir. Onlar sûretâ insan olmakla birlikte, fevka’l-beşer (insanüstü) varlıklardır. Güneşin takdîr edilen yörünge üzerinde hareket etmesi Âdem aleyhisselâma da bildirilmiştir. Bu yüzden ilkel insan yoktur. Mâdemki peygamber ilk insanla ba’s olundu o hâlde insanlar her devirde peygamberler vâsıtasıyla bilgilendirilmiş; ziraat, demircilik ve kısacası insana lâzım olan her şey ilk insan Hazret-i Âdem’le başlamıştır.

Aslında görünen şey sır değildir; yalnız içinde ulaşılmaya muhtaç özellikler taşır. Kozmik âlem gibi… Yukarıda zikri geçen Âl-i İmran 190. âyette çok önemli ve hassas üç madde vardır: Akl-i selîm, delil ve işâret.

Akl-ı selîm, me’âd aklın üzerinde hakîkatleri süzebilen akıldır. Akl-ı selîm, nefsin tuzaklarına düşüp akl-ı sakîm ve akl-ı me’aş gibi yeme içme ve zevk unsurlarıyla akıl etmez.

İşâret ve delîle gelince: Bir hâdisenin hakîkati ayrı, o hâdiseye yaklaşabilmek için işâretler ayrı, o işâretlerin gösterdiği deliller ayrıdır. Delil, bir varlığın gelişmesinde doğrudan etken olmamakla birlikte, bu etkenliğe bağlılığı tartışmasız olan diğer nesne ve tahrîk olayları bütünüdür. İşaretler doğrudan delîli gösterir. Gece, gündüz, ay, güneş, gezegenler, işâretler olup hep delîle yönelmiş oklardır. Bu delilleri yaratan bir fâil (özne) olmalıdır. Nesne olan yer ve kozmik olaylar ve diğerleri, gece gündüz ve mevsimlerin meydana gelmesi için Fâil-i mutlak şöyle buyuruyor: “Ve ikisini de âdetleri üzere devâmlı hareket hâlinde olan güneşi ve ayı sizin emrinize âmâde kıldı. Geceyi ve gündüzü de size musahhar (âmâde) kıldı.” (İbrâhîm 33)

Fâilin irâde ve yapmasıyla gece, gündüz mevsimler, ayın güneşin ve gezegenlerin hareketleri nesneler gibidir. Bunların hepsi bir hesap üzerine yaratılmıştır. Nesnel olan gök cisimleri nesnelerin mekânı olmaları hasebiyle, yer, zaman ve hâl zarflarıyla yardımcı diğer edatlar gibidir.

Yâni Rabb’imiz bize âlemi inceleyin ve büyüklüğümü tefekkür edin diyor. Evet, kâinat okunmak için bir kitap gibi yaratılmıştır.

Bütün bu olayların tahakkukunda delîl-i mutlak, bedî’-i mutlak, sâni’-i mutlak, hallâk-ı mutlak Allâhü te’âlâdır. Atmosfer olaylarının çoğunun kendi fiziğiyle veyâ metafiziğiyle alâkalı olmadığı mâlumdur. Basınç ve hava olayları da böyle... Bütün bunların çoğu kuvve-i zâhire olan güneş ve onun hareketleridir. Ama o kuvve-i zâhire (görünen kuvvet) de bir kuvve-i mutlakaya (mutlak kuvvet) tâbi’dir.

 

RÜ’YET VE GÖZLEM

 

Bizim arz olaylarını yalın rü’yetle incelerken gök cisimlerini çıplak gözle incelememiz mümkün değildir. Dünyâmızdan binlerce hattâ milyonlarca kilometre uzakta olan gök cisimlerini delillendirmek için gözlem gerekir.

Akıl delîl ister. İnançta delîl aranmaz ama bilimde ve nesnel varlıklarda da delil gerekir. Akıl sâhipleri için delil ve işâretler îmânı kuvvetlendirir. Pozitif ilimler akıl+delil+tecrübedir. Rabb’imiz kullarına akıl vermiş, tecrübeyi de insanın sa’y ü gayretine bırakmıştır.

Tecrübe, ölçüm, tekrâr edilen deneyler alınan sonuçların tamâmını veyâ büyük bir kısmını doğrulama işlemleridir. Ölçme ve değerlendirme sonuç için elzemdir. Ölçmeyle sonuca varmanın temel argümanı istatiksel matematiktir.

Orta Asya Türk devletlerinde, Selçuklu ve Osmanlılardaki bilim merkezlerinde matematik temel argüman olmuşken, bunun arka plânında Semerkand matematik ve astronomi okulu vardır.

Kısacası bu alanda iki ekol çok önemlidir: Herat, din ve san’atin, Semerkand riyâzî hikmetin merkezidir.

Fizîkî gözlemin rü’yeti için en önemli ihtiyaç rasathânelerdir. İlm-i hey’et ve ilm-i felek (astronomi) için gözlem evi mutlakâ gereklidir.

Gerek ilm-i hey’etin gerekse ilm-i misâhanın (topoğrafya) yer ölçümlerinin vazgeçilmezi tabîî ki matematik ve geometridir. (İhsan Fazlıoğlu, Derin Yapı, Pepersense Yayınları, 2015 İstanbul)

Sayılar varlığı olmayan sanal göstergelerdir; bunların zâhirî varlıklara uygulanarak müşahhas hâle gelmesi hendese (geometri ) ile mümkündür. 1,2,3,4,5 ne ifâde eder. Bunlar nesnel olabilirler mi? Rabb’imiz bu sanal varlıkları kullarına hediye olarak yaratmıştır. Sonra onun verdiği akılla bu sanal ifâdeler ölçme, sayma vb. işlemler için kullanılmıştır. 1 rakamı tek olmayı, 2 rakamı ise kendisinde birden iki tâne olmayı gösterir. Fakat bu, bir başlangıca tekâbül etmediği için İslâm âlimleri “sıfır” sayısını buldular. Sıfır o kadar önemlidir ki ister eksi ister artı olsun bütün sayılar onunla başlar. O bir orijin noktasıdır. Abdülhak Hâmid’in şu beyti bu hakîkati ne güzel açıklar:

“Bu sıfr nedir hisâb içinde //// Erkââm ona inkılâb içinde” (Bu hesap içindeki sıfır nedir ki bütün rakamlar hep ona dönüyor.)

Romen rakamlarında sıfır yoktu. Rakam, ifâde ettiği sembol kadardı. Meselâ “x” rakamı hangi basamakta olursa olsun “10” dur.

780 senesinde Harizmî ilk def’a birinci ve ikinci derecenin denklemlerini analitik metotlarla, bir bilinmeyenli denklemleri de cebir ve geometri metotlarıyla çözmenin kurallarını ve usullerini tatbîk etti ve bu arada matematikte ilk “sıfır” kavramını kullandı.

Kısacası müsbet ilimlerin merkezi Orta Asya’dır…

Aydınlanmanın merkezi Orta Asya

Özbekistan’ın Semerkand şehrindeki Registan Meydanı…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.