“Öğrenmeliyim! Ne var ne yok bilmeliyim!"

A -
A +
"Dünyayı, hayatı, mematı, yıldızları, ayı, güneşi, bütün kâinatı tanımalıyım!” 
 
“Yükseklerde rüzgâr sert eser, diyorlardı ya hakikatmiş meğer” deyip göğsünü esen yele siper etti İbrahim. Rüzgâr, bulunduğu yerde ne var ne yok alıp alıp çukurlara dolduruyordu. Üzerindeki bol elbise, rüzgârda dalgalanan bayrak gibiydi. Hani, can-ı gönülden bir esti mi, pir esiyordu; hem çeri-çöpü havaya uçuruyor, hem de ak pamuk yığını bulutları alıp alıp ötelere savuruyordu. Kim bilsin daha ne çok vazifeleri vardı. “Öğrenmeliyim! Ne var ne yok bilmeliyim! Sırları çözmeliyim! Dünyayı, hayatı, mematı, yıldızları, ayı, güneşi, bütün kâinatı tanımalıyım” diye kendi kendine söylenip duruyordu… Ot yığınlarının, köksüz, kuru, çürük ağaçların devrilmesi, samanların savrulması sıradan şeylerdi. Rüzgâra karşı koyabilmek sağlamlık ve kuvvet icap ettiriyordu. “Hocam her yönümle güçlü kuvvetli olmamı mı işaret ediyordu acaba?” suali aklına gelince elinde olmadan tebessüm etti. Dahası; rüzgâr, en iyi kurutucuydu da; güneşten daha çabuk, oldukça hızlı ve neredeyse anında buharlaştırıyordu suları… Yoksa su ile rüzgârın birbirinin hasmı olduğunu anlamamı mı istiyordu muhterem hocam? Biri ateşi çoğaltıp büyütürken, diğeri söndürüyordu…
Buralarda tabiatı ve olup bitenleri seyretmek dağların en tepesine bakmak gibiydi aynı zamanda. Yukarıdan aşağıya bakıp “Nasıl bir insan bu kadar yükseğe tırmanabiliyor?" diye düşünmeden edemiyordu.
Yüksek dağların insan ve insan ruhu üzerinde farklı bir tesiri olduğu muhakkaktı. Nedenini, niçinini bilen pek yok gibiydi. Belki yükseklerden dünya üzerindeki hayatın dünya ve kâinat ile mukayese edildiğinde ne kadar küçük ve geçici olduğu anlaşılıyordu. Hadiselere tepeden bakmaya da; “yukarıdan bakmak” denir ya, belki de bu bakış yakalanıyordu buralarda...
İnsanların yaşadıkları yanında, yaşamadıkları; sahip olduklarının yanında, kaybettikleri de vardı hayatta. Bu hakikati dar çerçevede görmek mümkün değildi. Sığ kalıpları, dar çerçeveleri aşmaya bir işaret miydi acaba yükseklerden bakmak?
İbrahim’in tek başına dağlarda dolaşması; kurt, kuş, börtü böcekle, otlarla, çiçeklerle konuşmaya çalışması, onları anlamaya, dinlemeye, daha doğrusu çözmeye çalışması bir şöhret başlangıcı değil miydi? Ya öyleydi, ya da bir emri yerine getiriyordu. Hocası ne buyurmuştu: “Evladım İbrahim; şöhret afettir, büyük felakettir! Şan şöhret, uzaktan güneş gibi parlak ve ısıtıcı görünür. Ona yaklaştınız mı bir dağ tepesi kadar soğuktur da…” DEVAMI YARIN
 
 
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.