Ali, hastalığını çoktan unutmuş, yazmanın sevincini yaşıyordu

A -
A +
Köyden şehre gelmekle "iyi mi, kötü mü" ettiklerini henüz anlamış değillerdi. 
 
 
       NE GÜZEL EVLAT...
Köyden şehre geleli epey mesafe alsalar da Şükriye ana, hep tedirgindi. Her uykudan uyanır uyanmaz ilk işi; çocuklarının yataklarını kontrol edip ne durumda olduklarını görmek, üzerleri açık olanları örtmek, yüzükoyun yatıyorlarsa düzeltip rahat uyumalarını sağlamak oluyordu...
Yine bugün de gözlerini açar açmaz korku ve endişe dolu bakışlarını küçük odaya çevirdi. Sabahın alacakaranlığı henüz odadan çıkmamıştı. Köşedeki yatağın içinde en büyük oğlunun koyu kestane saçları görünüyordu. Yüzü duvara dönüktü. Nefes almıyormuş gibi geldi. Üşenmeden kalktı, dizleri, elleri titreyerek yavaşça yaklaştı. Al al yanaklarını okşadı, alnının boncuk boncuk terlerini sildi, yanağını yanağına koydu. Rahat sakin uyuyordu oğulcuğu. Ana da derin bir nefes aldı.
Onun hastalığı aklına gelince endişeleniyor, yeniden depreşeceğinden korkuyor, bu yüzden de uykuları kaçıyordu. Kimseciklere bir şey belli etmese de; “Ya ona bir şey olursa” deyip içten içe kavruluyordu. Şimdiye kadar hiç ayrılmamış, onsuz bir günü olmamıştı. Aklı, zekâsı her tanıyanın da dikkatini çekiyor, hayranlık uyandırıyordu. “Bu çocuğu, ne edip edin okutun, ziyan etmeyin” diyenlerin haddi hesabı yoktu. 
Buraya geldikten sonra hastalanmış, kalkar kalkmaz da hemen okuluna başlamıştı. Bir de tutturmuş; “Üzülmenize fazla dayanamıyorum. Ben de çalışacağım" demiş, başka bir şey dememiş, nihayet anlayışlı, yardımsever komşu esnafın yardım ve destekleriyle evi rahatlatacak bir iş de ayarlamıştı. “Rabbimin güzel kulları olmasaydı bu dünya hiç çekilir miydi?” diye söylendi, her şeyden habersiz mışıl mışıl uyuyan diğer yavrularının açılmış yorganlarını yavaşça alıp üzerlerini örtüverdi kelebek hassasiyetiyle. 
Ali, hastalığını çoktan unutmuş, okuluna kavuşmanın, iş yapmanın ve şimdi de ilaveten yazmaya çalışmanın sevincini yaşıyordu bu sıraları. Hele ailesiyle bir yerde olmak, yan yana oturup kalkmak, her akşam sabah uğurlanmak, karşılanmak, gül kokulu duâlarına mazhar olmak ne bulunmaz bir nimet, ne büyük bir saadetti. Onların sağlam ve sağlıklı olmaları için ne duâlar etmişti karanlık gecelerde, kuytu köşelerde. Ailesiz tek başına kaldığını düşündükçe ürperiyor, aklı başından gidecekmiş gibi oluyordu.
Köyden şehre gelmekle "iyi mi, kötü mü" ettiklerini henüz anlamış değillerdi. Sağlığına kavuşmaktan, anası, babası, kardeşleriyle birlikte olmaktan, çok sevdiği Nuri öğretmenin kalbine girmekten, fırıncı amcanın duâ ve teveccühlerinden, hatırı sayılır arkadaş edinmekten çok memnundu Ali. Bir de Yılmaz denilen haşarı çocuğun bitmeyen kin ve nefretinden kurtulabilseydi. O da “gülün dikenleri olmalıydı” diye düşünüyordu.
 
Sevda mevsimine, bahar gelince,
Gül dikene güler, gül de dikene.
Gönül toprakları tava erince,
Gül dikene güler, gül de dikene.

Can suyuyla, aşk toprağı sulanır,
Tomurcuklar birbirine ulanır,
Bülbül güle, gül dikene dolanır,
Diken güle güler, gül de dikene.
      DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.