Gözyaşlarıyla yoğrulan mukaddes dava

A -
A +
"Hatırlar mısınız şu muhteşem mısraları: "Binlerce top ve tüfek yapamaz aslâ/Gözyaşının seher vakti yaptığını/Düşman kaçıran süngüleri, çok defa/Toz gibi yapar, bir müminin duâsı..." Kazakistan'ın güneyindeki Türkistan şehrinde bulunan Hoca Ahmet Yesevi'nin türbesini ziyaretteydik. Yerli ve yabancı turistler tarafından kafileler halinde ziyaret edilen türbede insan kaynıyordu. Birçok bölge ahalisi büyük bir edeple türbeye geliyor ama elini açıp dua edeceği yerde elini türbeye sonra yüzüne sürüyordu. Demek ki çoğu dua etmeyi bilmiyordu. Ama bilmeseler de yüreklerdeki iman aşkını söndürememişlerdi. Ah dedim bu insanlara bir de dinlerini öğretmek ne hoş olur... Bu esnada baktım az ötede bir hanım, elinde bir cüz, dönmüş yönünü türbeye Yasin-i şerif okuyor. Onca insanın arasında elinde kitap okuyan bir kişi... Ziyaretimizi yapıp çıktık. Tam meydana geldim. Baktım bir de yanlarına karı koca bir aile ile bu hanım da dışarı çıktı. Üç kişi oldular. Bildiğimiz Türkiye Türkçe'sini konuşuyorlardı. Dedim ki yanlarına yaklaşıp: -Bacı yoksa sen Ahıska Türklerinden misin? -He, dedi. Yanlarındaki aile de Adana'dan iş için gelmiş. Orada tanışmışlar. Birlikte türbeye ziyarete gelmişler. Onlara hem yardımcı oluyor hem o vesileyle kendisi de türbeyi ziyaret ediyormuş. Hikmete bakın ki biz de o ana denk geliyoruz. Arada bir ortak nokta olması bakımından dedim ki: -Bacı, sizlerin yürek sızlatan sürgün hatıralarını çok dinledim. Ne çileler çektiğinizi biliyorum. Hatta ben Türkiye'de Bursa'da iken Ahıskalı kardeşlerimiz onlara olan bu muhabbetimden dolayı beni fahri başkan seçmişlerdi. Ben böyle anlatmaya başladığımda o da benim dediklerimi onaylar şekilde yaşadıklarını özetledi. Çok enteresan olanı şuydu. "Ah ağabeyciğim, bizi vagonlara doldurup götürürken öyle zulüm uygulandı ki bırakın insanı; it ağlar mı it? Ben arkamızdan itin ağladığını gördüm..." dedi. Ailede vagonlara insan doldururken meyve seçer gibi seçip doldurmuşlar. Bu ölür, bu kalır diyerek. Ölür dedikleri bırakılıyor, kalır dedikleri vagona dolduruluyor. Kimi anasından, kimi bacısından kimi çocuğundan kopartılıyor. Yerde kalanlarla vagona doldurulanlar birbirlerinden kopmamak için kuşlar gibi çığrışıyor. Ama bu çığlıkları duyacak insaf nerede? Kocası Garip Efendi de trende doğmuş. Adı onun için Garip'miş. Meğer Kur'an-ı kerimi de onlara İstanbul'dan gelen bir hoca öğretmiş. Derken çantamızdan çıkarıp bir iki Rusça yazılmış dini eser verdim. Aman Allah'ım kadıncağız kitabı görünce su bulmuş gibi oldu. Bizim, raflarda tozlandığı halde açıp da bakmaya üşendiğimiz o kitapları bağrına bastı. Olduğu yere çömeldi. Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ama nasıl ağlıyor... Şaşırdım kaldım. Acaba bir şey mi oldu diye meraklandım. İkinci şaşkınlığım ise Adana'dan gelen beyefendinin hayretle söyledikleriydi: -Bunun duası kabul oldu... Bunun duası kabul oldu... -Hayırdır, ne duası? Ne oluyor böyle? Anlattı adam. Meğer kendilerinden dini kitap istemiş. Sevgili Peygamberimizi anlatan, dinimizi anlatan kitap. Burada bu kitaplara, çölde suya hasret gibi hasretiz diyormuş. Biz de o esnada oraya gelip kendisine kitap hediye edince bu isteğin yerine gelmesine şaşırmış. Kadıncağız da kitapları bu hasret dolayısıyla bağrına basmış. Dedik ki, Güllü Abla, sen artık bizim burada fahri temsilcimiz olursun. Sana biz kitap göndeririz. Sen de sevdalılarına dağıtırsın. Çok şükür şimdi Güllü Ayazova orada Peygamber Efendimizin hayatını anlatan, güzel dinimizi anlatan binlerce eseri, hem de tercüme edilmiş haliyle anayurt topraklarında dağıtıyor. Bu mukaddes hizmetlerin sırrı, seher vakitleri akıtılan gözyaşlarında saklı değil de nedir? > A. Numan Ünal-İstanbul
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.