Vergi sistemimizde daha önce yer almakla birlikte 4369 sayılı Kanunla kaldırılan "hayat standardı esası", bilindiği gibi daha sonra 4605 sayılı Kanunla 2000 ve 2001 yıllarında uygulanmak üzere yeniden getirilmiştir. Gelir Vergisi Kanunumuzda hayat standardı esasında vergileme, hem eski, hem yeni düzenlemede, sadece ticari kazanç sahipleri ile serbest meslek kazancı sahipleri için öngörülmüştür. Bu esasta vergileme, gerek temel gösterge adı verilen gerekse hayat standardı göstergesi olarak adlandırılan bir tutarların toplamının, kişinin beyan edeceği kazanca alt sınır çizmesi esasına dayanmaktadır. Bu esasta kişi, bir yıl içinde belli tutarda gelir elde ettiği farz ve kabul olunmaktadır. Dolayısıyla mükellef, en az bu tutarın vergisi kadar vergi ödemekle yükümlü kılınmaktadır. Mükellefin kazancından indirebileceği, geçmiş yıl zararları veya diğer gelir unsurlarından doğan zararlar gibi kalemler, ancak hayat standardı toplamını geçen gelirden indirilebilmektedir. Yıllık olarak tespit olunan tutarları, aya bölündüğünde, fazla yüksek rakamlar olmadığı görülebilir. Örneğin, İstanbul'da avukatlık yapan bir serbest meslek erbabı için hayat standardı temel gösterge tutarı, 4.000.000.000 liradır. Bunun aylık miktarı, 333 milyon liradır. Ancak hukukta, rakamların büyüklüğü veya küçüklüğüne göre değerlendirme yapılamaz. Değerlendirmenin hukuk ilkeleri yönünden yapılması gerekmektedir. Anayasamız, vergi hukukunun temel prensip ve ilkelerini belirlediği 73. maddesinde, herkesin mali gücüne göre vergi ödeyeceğini açık hükme bağlamıştır. Şimdi bu ilke, sosyal hukuk devleti ilkesi ile yorumlanırsa, mali gücü olmayanın da vergi ödemeyeceği sonucuna açıkça varılır. Mali güç, kişiye göre belirlenir. Herkesin mali gücü farklıdır. Yasa ile mali güç belirlenmesi, bu konuda karineler oluşturulması, hukuken mümkün değildir. Yasa ile, hiç kimsenin, "şu kadar para kazandığı" veya "şu kadar servetinin var olduğu", belirlemesi yapılamaz. Hele bu günkü kriz ortamında, dar ve orta gelirlilerin alım gücünün en aza indiği, herkesin gelirinin dolar bazında eridiği, yüksek gelirliler dahil herkesin "yarın endişesi" ile parasını harcamaktan korktuğu, ve dolayısıyla esnafın dükkanını günlerce siftah yapmadan kapattığı bir ortamda, herkesin belirli bir geliri elde ettiğini kabul etmek ve bu gelirin vergisini istemek, hukuk, adalet ve vicdanla bağdaşmaz. Zaten, hayat standardı esası, geçmişte 4369 sayılı Kanunla, "vergi sistemimizde gerçek kazancın saptanması amacıyla" kaldırılmıştır. Mevcut düzenleme, 4369 sayılı Kanunun bu kaldırma gerekçesinin tersine yorumu ile, "vergi sistemimizde gerçek olmayan kazancın saptanması amacıyla" getirilmiş olmaktadır. Maliye Bakanlığı yetkililerince zaman zaman yapılan ve "hemen her meslek ve ticaret erbabının gelirini gizlediği, düşük beyan ettiği, bu sebeple vergi toplanamadığı ve dolayısıyla vergi alabilmek için bu esasın zorunlu olduğu" yolundaki açıklamalar dahi, bu sistemi haklı kılmaz. Bu görüş sadece, idarenin denetim etkinliğindeki zaaflarını gösterir. Denetim zaafı ise, haksız vergilemeye gerekçe olamaz. Vergi Dünyası Dergisinin 239. sayısında (Temmuz 2001) hayat standardı esasını Anayasal ilkeler açısından irdeleyen, Marmara Üniversitesi Mali Hukuk Öğretim Üyesi sayın Veysi Seviğ'in belirttiği gibi, "mevcut kayıp ve kaçakların mali sonuçlarını ekonomik ortam ve mevcut iş yaşamı ortamı nedeni ile kazanç elde edemeyen ve bu yönden mali gücü azalan kesimlerin üzerine yıkmak suretiyle hazineye gelir sağlama düşüncesi, Anayasa'nın 73. maddesindeki vergi ödevi buyruğu ile örtüşmemektedir." Bugünkü ortamda zaten sıkıntı içerisinde olan esnafın, bu sıkıntılarına bir de "kazanmadığı para üzerinden vergi ödemek" eklenince, tek yapacağı şey kalmaktadır. O da, mükellefiyetini kapatmak. Zaten sıkıntıdaki bu insanlara işlerini terk ettireceğimize, onların yükünü hafifleterek onları yeniden ekonomiye kazanmak, hiç şüphesiz, daha akılcı bir çözüm yoludur. Bu nedenle, hayat standardı esasının yeniden yürürlükten kaldırılması, hem anayasal ilkeler dolayısıyla hukuksal açıdan, hem de mevcut kriz ortamı itibariyle ekonomik açıdan bir zorunluluktur. Bu yolla, işi terkler dolayısıyla hiç vergi alamamaktansa, gerçek kazançtan biraz da olsa vergi almak, hazine açısından da daha kazançlı olacaktır. Bari diyorum, bunu IMF söylemeden yapsak.