Çiçek medeniyeti Osmanlı

Sesli Dinle
A -
A +
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
turkdunyasi@hotmail.com
Erzurum’da Ziraat Fakültesinde okurken, aynı binada olan Edebiyat Fakültesindeki derslere de ara sıra girerdim. Bir gün, bu fakültede ders veren kıymetli edebiyatçılarımızdan, merhum Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan Hoca öğrencilere “Yeşil renkli çiçek var mıdır?” diye sordu. Herhangi bir cevap veren olmadı. Bu defa kendisi; “Çocuklar, tabiatta yeşil çiçek yoktur. Allahü teâlâ, arı şaşırmasın, aldanmasın diye yeşil çiçek yaratmadı” dedi. O günden beri hocanın bu sözünü hiç unutmadım.
 
Meslek icabı gittiğim, ülkemizde ve dünyanın çeşitli yerlerinde; bağlarda, bahçelerde, ovalarda, dağlarda, çöllerde, göllerde hep hocayı hatırlayarak çiçeklerin rengine baktım. Hiçbir yeşil çiçeğe rastlamadım.  Her şey zıddı ile kâimdir. Bitkilerin yeşil yaprakları, aksamları arasında, çiçekler de yeşil olsaydı, çiçeğin hiçbir cazibesi olmayacaktı…
 
Merhum Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan Hocanın hatırası, bu makaleyi kaleme almama vesile oldu. Türk kültür ve medeniyetinde çiçeğin ve çiçekçiliğin çok önemli yeri vardır. Çiçekler bahçelerimizi, evlerimizi süslediği gibi edebiyatımıza, şiirlerimize renk ve şevk katmıştır. Türklerin iki meşhur çiçeği var; “gül” ve “lale”. Halkımız bu çiçeklere âdeta âşık olmuşlar; bunlar için şiirler, türküler söylemiş, kitaplar yazmışlardır. “Çiçek gibi temiz”; “Çiçek gibi güzel”; “Çiçek gibi kokuyor”; “Bir çiçekle bahar gelmez”; “Gülü seven dikenine katlanır”; “Dikensiz gül olmaz”; “Çalıda gül bitmez, cahile söz yetmez” gibi atasözlerimiz vardır.
 

TÜRK ÇİÇEKTEN AYRILMAZ

Son asır mütefekkirlerimizden A. Ragıp Akyavaş, Türklerin çiçeklerle olan münasebetine dair şunları diyor:
 
“Türk çiçeklerden, çiçek Türk’ten hiç ayrılmaz. Mabetlerimiz, evliyalarımızın merkatleri, mezar taşlarımız hep çiçeklerle süslenmiştir. Bu, ince bir ruhun ifadesi değil de nedir? Bizi anlamayan veya anlamak istemeyen Avrupalılar, ‘Türkler, harpten, vuruşup dövüşmekten başka bir şey bilmezler’ derler. Bu bir hezeyandır. Dinî ve millî bir taassupla savrulmuş, iftiradan başka bir şey değildir. Ruhumuzun derinliklerine inebilmiş olsalardı böyle söylemezlerdi. Bizi olduğumuz gibi bilmediler. Şöyle bir zahmet edip kütüphanelerimizi ve mesela Süleymaniye ve Fatih’teki Ali Emirî Efendi Kütüphanelerini ziyaret etselerdi çiçek üzerine nice yazma eserler görürlerdi. Milletimiz bir çiçek zevki, bir çiçek tarihi meydana getirmiştir. Şiirlerimizde, edebiyatımızda, çiçek kokusu bulunur.
 
Osmanlı Devleti bina mimarisinde zirvede olduğu gibi peyzaj, bahçe mimarisinde de dünyada önderdi. Sarayların bahçelerine ‘Has Bahçe’, yani padişahın bahçesi denilirdi. Diğer bütün bahçeler de imkân nispetinde bu bahçelere bakarak düzenlenirdi. Devletin âlim ve evliyaları da çiçekle meşgul olmuşlar, âdeta bir çiçek yetiştirme yarışına girmişlerdi. Osmanlı Devleti’nde çiçekçilikle alakalı pek çok kıymetli yazma eser kütüphanemizde bulunmaktadır. Bu kitaplarda çiçek yetiştiriciliği ve çiçeklerin özellikleri hakkında günümüz botanik kitaplarında bulunmayan bilgi ve belgeler vardır...”

ÇİÇEK GÜZELLİK YARIŞMASI

Günümüzde kedi-köpek güzellik yarışması yapılmaktadır. Osmanlı zamanında da çiçek güzellik yarışması yapılırdı.Zengin çiçek kültürümüzle alakalı olarak Prof. Dr. Nurhan Atasoy da şu ifadeleri kullanıyor:
 
“Farklı kültürden insanlar bir araya gelip âdeta bir meclis kuruyorlar ve herkes kendisinin yetiştirdiği en güzel çiçeği getirip gösteriyor. Sonra da o çiçeğin niye güzel olduğu tartışılıyor; kimi sapı güzel, kimi çiçeği güzel, kimi yaprağı güzel diyor. Bütün bunlar uzun uzun konuşuluyor, ardından çiçeğe bir isim veriliyor. Bunlar genellikle çok şairane isimler oluyor ve o cins çiçek, artık o isimle anılıyor. Mesela Ebussuud Efendi’nin elde ettiği ilk lale çeşidine ‘Nûr-i Adn’, yani ‘Cennet Nuru’ ismi veriliyor. Bizim müthiş zengin bir çiçek kültürümüz var…”

ŞÜKÛFENÂMELER

Osmanlı devrinde başta gül ve lale olmak üzere çiçekler hakkında pek çok kitap yazılmıştır. Bu kitaplara “Şükûfenâme” denilmektedir. Bunlara birkaç örnek verelim: Sultan III. Ahmed zamanında kaleme alınan “Defter-i Lâlezar-ı İstanbul” adlı kitapta binlerce lalenin ismi, yetiştiricileri ve özellikleri çok teferruatlı olarak anlatılmaktadır. “Ferahengiz” adlı çiçek kitabında ise Sultan I. Mahmud Han’ın da bu sanatla ilgilendiği, pek çok laleye isim verdiği kaydedilmektedir.Şehremini Camii imam-hatibi Ubeydullah Efendi “Netâyicü'l-Ezhâr” kitabında Sultan İbrahim Han tarafından 1641 yılında Sarı Abdullah Efendi’ye “Şükûfebaşıcılık” yani “Çiçek Yetiştiricilik Şeyhi” beratı verildiği yazılıdır. Bu eserde, çiçek yetiştiren 202 kimse hakkında geniş bilgi vardır.
 
Yazar, çiçeklerin isimlerini Elif-ba sırasına göre kaydetmiştir. (Prof. Dr. M. Ali Akbay)
 
Şimdi milletimizin âdeta bir sembolü hâline gelmiş olan “gül”den bahsedelim…
 
“Gül”ün Türk-İslam kültüründe çok önemli yeri vardır. Dünyada hiçbir millet Türkler kadar gül ile alakalı şiirler yazmamıştır. Âlim ve evliyalar da şiirlerinde güle yer vermişlerdir. Peygamber Efendimizin terinin gül gibi koktuğu kitaplarda yazılıdır. Gül koklanınca ve ellere gül suyu dökülünce Peygamberimiz hatırlanır ve salevat getirilir.
 
Nitekim Yunus Emre bir şiirinde:
 
“Sordum sarı çiçeğe
Gül sizin neniz olur?
Çiçek eydür ey derviş
Gül Muhammed’in teridür” demektedir.
 
Mevlâna Celaleddin-i Rumi Hazretleri de “Mesnevi”sinde diyor ki:
 
“Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yani bu dünya bahçesinde dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler girse bile onları bahar iklimi ile kucaklamak, bütün âleme gül olabilmektir. Gül, o güzel kokuyu, diken ile hoş geçindiği için kazandı.”
 
Aziz Mahmud Hüdai hazretleri de gül ve gülümsemeyi şöyle dile getiriyor:
 
“Gül, ağlama gül bize.
Ele diken, gül bize.
Gül olanın yüzünde
Gül açılır, gül bize…”
 
Bütün Türk Dünyasında güle olan sevgiden dolayı çocuklara gül ile başlayan, gül ile biten pek çok isim verilmektedir: Gülay, Gülayşe, Gülzâde Gülbahar, Gülben, Gülcan, Gülizar, Gülsüm, Gülşen, Güldâne, Ayşegül, Lalegül, Nurgül, Meralgül, Nazlıgül…
 
Sanat tarihçisi Prof. Dr. Gül İrepoğlu, gül hakkında şunları kaydediyor:
 
“Gül ile İstanbul ayrılamaz. İstanbul şiirlerinde de her zaman gül vardır, edebiyatta da hep gül vardır. Pek çok sanat dalında gül vardır. Topkapı Sarayı’nın hemen altında Gülhane bahçesi var. Gülhane bahçesi, sarayın gül ihtiyacını karşılamak için yapılmış bir bahçe. O yetmemiş, Edirne’de de bir Gülhane yapılmış. O kadar çok gül tüketiliyor sarayda…
 
Gülün şöyle bir özelliği de var; gül yalnızca bir süs çiçeği değil aynı zamanda yenilen, içilen bir çiçek. Gül suyu, gül yağı, gül şerbeti, gül reçeli şeklinde… Bir de gül, şifalı bitki. Baş ağrısından ruhî bunalıma kadar iyi gelen bir çiçek. Onun için gülü de bu kültürün bir parçası olarak görmeliyiz…”
 
Evliya Çelebi de, eski payitaht Edirne’de karşılaştığı bir manzarayı şu ifadelerle anlatıyor:
 
“Edirne’deki Üç Şerefeli Cami’nin etrafı, âdeta bir çiçek deryası gibidir. Buradan toplanan çiçekler demetler hâline getirilerek namaz safları arasına konuluyor…”
 
Millî şairlerimizden Osman Yüksel Serdengeçti, Rumeli ve Balkanların hasretini dile getirirken şöyle diyor:
 
“Açmaz olmuş Kızanlık’ın gülleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?”
 
“Kızanlık”, Bulgaristan’da kalan, gül bahçeleriyle meşhur bir Türk şehridir.
 

“LALE”YE GELİNCE…

Osmanlı tarihinde bir devre ve İstanbul’da da bir semte ismini veren lale de Türk kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıdır.
 
Bütün Şükûfenâmelerde lalenin çeşitleri, yetiştirilmesi hakkında geniş bilgi bulunmaktadır.
 
Lalenin ana vatanı Orta Asya’dır. Buradan Türklerle beraber Anadolu’ya geldi. İstanbul’da ise ilk defa, şeyhülislam Ebussuud Efendi tarafından Bolu’dan gelen bir lale soğanının yetiştirilmesiyle başladı.
 
Üsküdar’daki büyük İslam âlim ve evliyası Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin de laleye çok önem verdiği; yetiştirdiği, teşvik ettiği şükûfenâmede yazılıdır.
 
Lale hakkında da önemli araştırmalar yapan Prof. Dr. İrepoğlu “Bizans’ın sanat eserlerinin hiçbirinde lale motifi yok. Bizans devrinde lale bilinmiyor; ama Anadolu Selçukluları laleyi kendi sanat eserlerinde kullanmışlar. Selçukluların harikulade çinilerinde, lale motifleri bulunmaktadır. Kubadabad Sarayındaki çinilerinde mükemmel sivri uçlu lale motifleri vardır. Osmanlı devrinde; İznik’teki sanat eserlerinde, İstanbul Rüstem Paşa Camiinde, Sultan Ahmed Camiinde, Topkapı Sarayı hareminde, Sultan 3. Ahmed Çeşmesi, Hürrem Sultan Türbesinde ve pek çok mezar taşlarında mükemmel, zarif, estetik lale motifleri vardır. Edirne Selimiye Camii’ndeki lalelerin güzelliği de insana heyecan verir” ifadelerini kullanıyor.
 
Prof. Dr. İrepoğlu şöyle devam ediyor:“Lalenin tasavvufta ve edebiyatımızda da çok önemli bir yeri vardır. ‘Lale’nin yazılışındaki harfler ile ‘Allah’ lafzının yazılışındaki harflerin aynı olması muhakkak ki laleye verilen kıymeti arttırmıştır. Tek bir sap üzerinde, tek bir çiçek açıyor. Bu da Allah’ın birliği ile özdeşleştiriliyor... Lalenin, Fuzuli ve Bâki’nin şiirlerinden günümüz şiirlerine kadar çok sevilerek adı geçmektedir…”
 
Osmanlı devrinde lale ile alakalı şiirler bestelenmiş, okullarda öğrencilere okutturulmuştur; mesela bunlardan biri:
 
Bir çiçeğim, adım lâle
Gül menekşe, bana hâle
Bahçelerin melîkesi
Çıldırtırım ben herkesi.
 
Sarı, mor, al, beyaz, pembe,
Bulursun her rengi bende
İnce ruhlu eski Türkler
Sümbülden çok beni sever.
 
Halifeler ellerinde
İhtişamla taşırlardı
Sultanların bellerinde
Lâlelerden kemer vardı.
 
Renklerine bakarlardı,
Birçok isim takarlardı
Sim endamlı dûşîzeler
Şah Bânular neler neler……..
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.