Müteferrika'dan sonra...

A -
A +

Müslümanlar, yazılı eserleri ama özellikle âyet-i kerime ve hadis-i şerif yazılı sahifeleri itina ile saklarlar. Ancak gerek Moğol baskınlarında, gerekse de İstanbul yangınlarında çok miktarda yazma eser telef olur ki elde kalanların talibi çok artar. İş kâtiplere düşer ama bunlar her ilimde mütehassıs olmadıkları için zaman zaman affedilmez hatalar yaparlar. Talebelerin şevki kırılır, fünuna rağbet azalır, hocalar meşakkat yaşarlar. Hal böyle olunca sadaret makamından İbrahim Müteferrika'ya bir name gelir ki "mucibiyle amel oluna" cümlesi ile başlar "din-ü devletin ayakta durması, mülk-ü milletin nizamı, tarihî vakaların zaptü raptı, lâtif divanların kaydı, hassaten her türlü ilmî ve fennî eserin yayılması için kitap halinde çoğaltılması kararlaştırılmış olup..." diye uzar. Sultan Ahmed-i sâlis dahi zikr olunan hamlenin şartlarını sağlar. Matbaayı kurdurur ve Yalakâbad nahiyesinde (Yalova'da) bir kâğıt fabrikası açar. Beşir Ağa adlı bir hayır sahibi işi üstlenir, ilmin yayılmasına vesile olup hisse kapmaya bakar. Niye gecikti? Bilirsiniz Kur'an-ı kerim "Mekke'ye indi, İstanbul'da yazıldı, Kahire'de okundu" diye bir söz vardır. Mısırlı hafızlar ne kadar farklıysa İstanbullu hattatlar da o kadar ustadırlar. Türkler Kur'an-ı kerime hürmetten olacak, değil harflere harekelere bile özenir, yazılı kâğıtları öper başlarına koyarlar. Dedelerimizin kitaplarıyla aralarında bir ünsiyet vardır. Onu en usta mücellidlere cildletmeye, en mahir müzehhiblere tezhipletmeye bakarlar. Evet çok okurlar ama kitap kitap dolanmazlar. Muteber bir eseri defalarca hatmeder, kenarlarına şerhler düşer, üstlerine (altlarına değil) çizikler atar ve yastıklarının altında saklarlar. Kızlarının çeyiz sandığına mutlaka bir mushaf-ı şerif, bir Mızraklı İlmihal ya da Huccet-ül İslâm koyarlar. Kitap çoğaltan hattatlar da (sayıları hiç de az değildir) üç beş kuruş sebeplenir, bir şekilde çorbalarını kaynatırlar. İyi de nereye kadar? İşte insanlar değişik konulara meyledip, hikâye, roman okumaya başlayınca işin çivisi çıkar. Kaldı ki ne eskisi kadar hattat kalır ne de aydınlar öyle cildli, tezhibli eserler ararlar. Kütüphaneler hâlâ çok güçlüdür ama ilmiye sınıfı sırra kadem basar. Hasılı Gutenberg'den 282 yıl sonra bizde de matbaalar takırdamaya başlar (1722). İşe bakın İbrahim Müteferrika'nın tezgâhı kurduğu günden bu yana da tam 282 yıl geçmiş. Birileri hâlâ "matbaa erken gelseydi şöyle olurdu, böyle olurdu" diye geyik muhabbeti yapıyorlar. Peki bunca yıldır vardı da n'oldu? Okur yazarımız arttı mı? Ne değişti? Nerdeee? Ortalık bilardo salonundan, ganyan bayiinden, atari salonundan geçilmiyor, İstanbul'un ünlü kütüphaneleri okuyucuya hasret, mahalle kütüphaneleri kapandı kapanıyor. Kaçak CD'ler yok satıyor, kitapçılar siftahsız kepenk indiriyor. Evet dünya çapında matbaalarımız var ama ihtisası "ten rengi" üzerine yapıyor, habire baldır bacak basıyorlar. Gazeteler okunmuyor, seyrediliyor. İnanamayacaksınız belki ama bu memlekette en ciddi eserler sadece "bin" tane (Azerbeycan ve Romanya'da bir baskı 100 bin) basılıyor. Şiir kitapları hiç satmıyor, şairler kitaplarını bedava dağıtıyorlar, açıp bakan olmuyor. Satılmayan, okunmayan onbinlerce kitap gazoz parasına Bayezid kaldırımlarına yayılıyor. Yağmurda ıslanıyor, güneşte soluyor ve gün geliyor okkayla tartılıp hurdacıya gidiyor. İsterseniz, yakılan, yırtılan, Bulgaristan'a satılan hazinelere, hiç girmeyelim. Sahi matbaamız olsa ne olur, olmasa ne? Vak'a ortada, "bu nesil kitap okumuyor."

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.