Türkiye ne zaman dış politikada, milli menfaatlerine uygun tarzda önemli adımlar atsa, yabancı basında aynı teraneler başlar... "Türkiye kulvar mı değiştiriyor?" "Türkiye Batıdan kopuyor mu?" "Türkiye nereye gidiyor?" veya "Türkiye İranlaşıyor mu?" gibi hep aynı kapıya çıkan veya aynı marka üretim olan sorular, peş peşe gündeme sokulur!.. Sebebi ve kaynağı da bellidir. Türkiye'yi uluslararası arenada belli bir eksende, daha doğrusu siyasi olarak kontrol altında tutabilmek için, "düşünce egzersizi, beyin fırtınası" vb. kılıflar içinde kurgulanan tezgahlardır bunlar... Bunların çoğu, Amerika, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi ülkelerde faaliyet gösteren düşünce kuruluşlarından (think-tank) beslenir. Kampanya hep iki yönlü olur. Türkiye'de görev yapan bazı yabancı gazetecilerin gönderdikleri haber ve yorumlar, yahut da anılan düşünce kuruluşlarında görev yapan uzmanların (özellikle bazı T.C. uyruklu isimlerin) analizleri, Türk medyasında anormal bir yaklaşımla işlenir ve böylece olağanüstü bir hava pompalanmaya çalışılır. Yakın geçmişte bu örnekler çok yaşandı. Mesela 1 Mart 2001'deki Tezkere olayından sonra, Türkiye'nin aleyhine Amerikan basınında görülmemiş bir furya başladı. Michael Rubin (American Enterprise Institute'ta uzman) gibi, Amerikan Yönetiminin borazanı kimi kalemler yanında, Washington Institute'ta çalışan Zeyno Baran ve Hudson Enstitute'ta görevli Soner Çağaptay vs. ardı ardına Türkiye aleyhine makaleler döşendi. Bunlar öyle felaket senaryoları çizdiler ki, bazı yerli meslektaşlarımız da, bilerek veya bilmeyerek korku dağlarının dibinde debelenmeye başladı!.. Oysa hadise gayet basit idi. Amerika'nın isteğine göre değil, kendi ulusal çıkarlarına uygun hareket eden Türkiye'nin beynelmilel saygınlığı artacaktı. Nitekim de öyle oldu. 2007 yılında Hudson Enstitüsünde yapılan bir toplantıda (Ki, Türkiye'den de general seviyesinde katılım olmuştu...) yine felaket senaryoları çizilmişti. Dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu'ya yapılacak bir suikast ve İstanbul Beyoğlu'nda gösteri yapan bir kalabalığa karşı yapılacak bir bombalı saldırı ile darbe altyapısının nasıl hazırlanacağı konuşulmuştu. Zeyno Baran da, yazdığı makalede 2007 yazında Türkiye'de bir askerî darbe olma ihtimalini fifty-fifty (yüzde elli-elli) olarak belirlemişti... Vak'a 27 Nisan e-muhtırası zuhur etti ama, ondan sonraki bütün gelişmeler tam tersine demokrasiyi güçlendirdi ve darbecileri de sindirdi. Davos'ta Erdoğan'ın "One minute" diyerek İsrail'e karşı ortaya koyduğu tavırdan sonra Mike Rubin yine sahnedeydi... Şimdilerde de, Türkiye önemli dış politika açılımlarıyla bölgede yeni dengeler oluştururken, bunlardan rahatsız olan odaklar tekrar kaleme sarılmış bulunuyor. İsrail ile ilişkiler biraz şekerrenk ya, Türkiye'nin attığı her adıma bir kulp takılmak isteniyor. Suriye ile sınırları mı açtık, "İsrail ve Amerika buna ne der?" sorusu ortaya atılıyor. İran ile bir yakınlaşma mı söz konusu, hemen "Türkiye Batıdan uzaklaşıyor mu?" şeklinde fit sokuluyor. İsrail'in ABD'deki lobisi durumunda olan Washington Enstitüsü'nde çalışan Soner Çağaptay, şu sıralarda yine böyle balonlar uçuruyor. Cengiz Çandar'ın (Radikal) gayet güzel tespit ettiği üzere, bu tür kalemlerin bir saygınlığı yok. Netice olarak şunu söyleyelim: Türkiye'nin dış politikasında eksen kayması filan yok. Tam tersine, yeni dünya dengelerine göre geliştirilen ilişkiler söz konusu.