Doğrusu, Başbakanın şu ifadesini çok tuttum: "Televizyonlardan parmak sallayarak, korku salmaya çalışanlar, bize istikamet veremez. Bizim istikametimizi, ancak halkımız çizer. Bunun da ölçüsü sandıktır..." Halka "kuyruk" diyen ve halkın oyu ile seçkinlerin oyunun eşit olamayacağını ileri sürenler (Bu husus şaka değil, 'manken' tesmiye olunan zırcahil bayanın fantezisi de değil. Koskoca proflar bu konuda oturup kanun taslağı bile hazırlamıştır. On göre!..), sonuç olarak "Sandık her şey demek değildir" diye temel düşüncelerini izhar ettiler. Bu da kesmedi, nihayet aynı güruh ve uzantıları; "Hukuk her şey değildir" diyerek, gerçek kimliklerini ortaya koydular!.. Kendince aristokrat ve elitist bu taife, öteden beri silahlı ve silahsız bürokrasiyi arkasına almış olduğu için, siyaseti de vizyon ve düşünce ile değil, sopa ve silahla yapmayı yeğledi. Bu yüzden memlekette on yıllarca demokrasinin esamesi dahi okunmadı. Hep baskı ve korku hâkim oldu. Vatandaş, aman bir yanlışlık yapıp da devletin öfkesine maruz kalmayım diye; köşesine sindi, en tabii haklarını dahi aramaktan çekindi. Bu otoriter düzende, devlet gücünü kullanan kimi siyasetçi ve bürokrat da, hesap sorulmayacak rahatlığıyla, dilediği gibi hareket etti. Bol bol rutin dışına çıktı... Böyle bir ortamda, temel hak ve hürriyetlerin garantisi nasıl olabilirdi ki! Öyle bir anafor vücuda geldi ki, bırakın sıradan vatandaşı, devletin çok önemli kademelerinde görev yapan sivil veya asker bürokratların, devlet adamlarının dahi can güvenliği kalmadı. Yüzlerce faili meçhul cinayet işlendi. Hiçbirinin fail veya failleri bulunamadı. Ama bu kara düzen, hâkim zümreye göre kusursuzdu! Halk ne zaman, bunların sultasını sona erdirecek bir tavır ortaya koysa, derhal "İRTİCA" alarmı verilir, muhtıra ve müdahalelerle vatandaşın ensesinde boza pişirilir, siyasi partiler kapatılır, tehlikeli görülen eşhas içeriye tıkılırdı... Ama devir değişti. Bu formüller artık tamamıyla geçersiz hale geldi. Bu yüzden de malum zümrenin sıkıntısı had safhada. Bunu anlayabiliyoruz. Anlamakta sıkıntı çektiğimiz şey, kendilerini liberal ve demokrat olarak tanımlayan düşünce ve kalem erbabının yalpalaması... Bazı egosu şişik kalemler, çeşitli sebeplerle çalıştıkları kurumlar tarafından kapı önüne konunca, şahsi problemlerini memleket meselesi haline getirdi. Kimisi, "Gazetecilere çok baskı var. Direnmek lazım..." dedikten bir gün sonra, "En iyisi ülkeyi terk etmek..." gibi tuhaf çağrılarda bulundu. Oysa onu diyen, daha önce de yaptığı gibi, kendi tercihiyle yurt dışına çıkıp yerleşmişti bile!.. Bir diğer kalem sahibi akademisyen de, gazetesiyle yollarını ayırdıktan sonra birden bire alarm vermeye başladı. Şöyle diyor: "Cami- kışla savaşında, Türkiye'nin başını belaya sokabilecek kanlı bir geleceğe zemin inşa ediliyor diye korkuyorum..." Haydaa!.. Halbuki kendisi de çok iyi biliyor ki, 'Cami -kışla savaşı' diye takdim edilen tezgahın kaynağı çok farklı. "Din elden gidiyor..." diye sokağa dökülenler, cami cemaati değil, bazı kışla mensubu ve onlarla iş tutan serseri takımı idi. Bunu asla unutmayalım!..