Bedir Eshâbı!

A -
A +

Hicri 1443 Miladi 1400 sene önce Bedir'de Sevgili Peygamber efendimizin İslam ordusunun başında olduğu, ilk şanlı meydan muharebesi yaşanmıştı. Bedir Gazvesi’ne katılan Eshâb, "Ehl-i Bedir" veya "Bedrî" adıyla anılır. Sayıları 313 kadar olan Ehl-i Bedir’den Kur’ân-ı kerîmde (Âl-i İmrân 3/123) ve Peygamber efendimizin hadislerinde övgü ile söz edilmiştir. Hepsinin cennetlik olduğuna dair pek çok hadis-i şerif muteber hadis kitaplarında yer almıştır. Ehl-i Bedir’in Müslümanların en faziletlileri olduğu da hadislerde zikredilmiştir. Nitekim Hazreti Ömer efendimiz divan teşkilâtını kurunca divan defterine ilk önce Bedir ehlinin yazılmasını emretmiştir. Bu anlayış İbn Sa’d’ın sahâbe tasnifinde de görülmekte olup ona göre fazilet bakımından beş gruba ayrılan sahâbîlerin ilk tabakasını Bedir ehli oluşturmaktadır.

 

Şanlı Peygamber efendimiz Hicret’in ikinci yılında 12 Ramazan günü (8 Mart 624) üç yüz on üç Eshâbı ile Medine’den ayrılmıştı. Orduda üç at, yetmiş deve mevcuttu. Develere nöbetleşe binerek ilerlerlerdi. Muhacirlerin beyaz sancağı, Mus’ab ibni Umeyr’e verilmişti. İşte, daha sonraları bütün dünyaya yayılan ve gittikleri yerlerde muzaffer olarak tarihe nam salan İslam ordularının birincisi, bu ordudur...

 

Buna karşılık müşrik ordusunun mevcudu bin kişilikti. Ordunun hemen hemen hepsi atlı veya develi idi. Silahları mükemmeldi.

 

Şanlı Peygamber efendimiz Eshâbıyla durumu istişare ettiğinde Ensâr’dan hazreti Sa’d ibni Muaz söz alarak şöyle dedi:

 

“Ya Resûlallah, biz sana inandık! Allah katından getirdiğin şeylerin hak olduğuna itimat ve iman eyledik. Sana itaat etmeye ve emirlerine kesinlikle uymaya söz verdik. Artık siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girersen, seninle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Savaş anında geri dönmeyiz. Biz, sabredenlerdeniz ve sadıklardanız. Cenâb-ı Hak’tan bizden memnun olacağınız işler göstermesini niyaz ederim...” Bu sözlerle Ensâr’ın sadakat ve samimiyetini dile getirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de fevkalade memnun olarak, İslam ordusuna Bedir kuyularına doğru hareket emrini verdi...

 

17 Ramazan günü (13 Mart 624) Bedir’de karşı karşıya gelen bu iki ordunun askerlerinin pek çoğu birbirleriyle çok yakın akraba idiler. Kardeşlerden biri bir tarafta, diğeri öbür tarafta; baba bu yanda, oğul öbür yanda; amca yeğene, yeğen amcaya karşı savaşmak için hazır bekliyordu.

 

Her iki ordu, harp meydanında karşı karşıya gelip saf bağladılar. Peygamberimiz İslam ordusunun saflarını bizzat kendi elleriyle düzelterek:

 

“Ben emretmedikçe düşman üzerine hücum etmeyiniz. Fakat ok menziline iyice girdiklerinde ok atınız” diye emir verdi. Bu arada Kureyş tarafından atılan bir ok Hazreti Mihca’yı şehid etti. Bedir Muharebesindeki ilk şehit, bu zattır.

 

Nihayet Kureyş ordusundan Utbe ibni Rebia, bir tarafına biraderi Şeybe’yi diğer tarafına oğlu Velid’i alarak, İslam ordusundan er diledi.

 

Şanlı Peygamber Efendimiz de; “Kalk ya Ubeyde, kalk ya Hamza, kalk ya Ali” diyerek, Ubeyde’yi Utbe’nin, Hamza’yı Şeybe’nin ve Hazreti Ali’yi Velid’in üstüne gönderdi. Kısa bir vuruşmadan sonra üç Kureyşlinin üçü de öldürüldü. Ayağından ağır yaralanan Hazreti Ubeyde ise harpten sonra Medine’ye dönerken yolda şehit oldu...

 

 

 

Şanlı zafer!

 

 

 

Bundan sonra iki taraf saflar hâlinde birbirine karşı yürümeye ve oklar atmaya başladılar. Bu sırada Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, “Ya Rabbi bana vadettiğin nusreti ver!” diye yalvardı. O anda Kamer suresinin 45. âyeti vahiy olundu.

 

“Yakında o cemiyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır” mealindeki bu âyet üzerine; Sevgili Peygamberimiz “Müjde ya Ebubekir! İşte Allah’ın yardımı imdadımıza geldi” diyerek zırhını giyindi ve bulunduğu çadırdan dışarı çıktı. Bir avuç ufak taşlar alarak Kureyş ordusuna doğru attı. Bundan sonra Eshâbına; “Haydi, şimdi şiddetli hamle ve hücum ediniz” emrini verdi.

 

Şiddetli bir çarpışma başlamıştı. Müslümanlar kısa sürede üstünlük kurdular. Kureyş’in pek çok ileri gelenleri, Hazreti Hamza ve Ali’nin kılıçları ile can verdiler.

 

Ebû Cehil ise etrafını saran Beni Mahzum kabilesi savaşçılarıyla birlikte, “Anam beni bugün için doğurmuştur” diye bağırarak Mekkelileri gayrete getirmeye çalışıyordu. Bu arada Medineli Afra Hatun’un oğullarından Muaz ve Muavvez isimli çok yiğit iki cengâver şiddetli üst üste yaptıkları hamle ve hücumlarla Ebû Cehil’i ve yanındaki pek çok kişiyi yere serdiler. Kendileri de şehit oldular...

 

Ebû Cehil’in öldürülmesiyle birlikte Mekke ordusu dağılmaya ve kaçmaya yüz tuttular.

 

Şehitler defnedildi ve müşriklerin ölüleri bir kuyuya atıldı. Âlemlerin efendisi, Eshâbıyla kuyunun başına gelip “Ey kuyuya atılanlar!” buyurduktan sonra, öldürülen müşriklerin isimlerini, babalarının ismiyle beraber sayıp; “Ey Utbe bin Rebia! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebû Cehil bin Hişam. Sizler, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavim idiniz. Siz, beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz, beni şehrimden, diyarımdan çıkardınız. Başkaları ise bana kapılarını açıp bağırlarına bastılar. Siz, benimle harb ettiniz, başkaları ise bana yardım ettiler. Rabbimin, vadettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin vâdettiği zafere kavuştum” buyurdular.

 

Hazreti Ömer; “Yâ Resûlullah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsunuz?” diye sual ettiler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz;

 

“Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler” buyurdular.

 

 

 

"Vallahi onlar meleklerdir!"

 

 

 

Müslümanlar Bedir’de tam bir zafer elde etmişlerdi. On dört kişi şehit verilmişti. Müşriklerden ise yetmiş kişi öldü, yetmiş kişi de esir edildi. Pek çok ganimet alındı.

 

Peygamber Efendimiz bu esirlerin bir kısmını fidye karşılığında, okuma yazma bilenleri de Medineli on çocuğa okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bıraktı. Bu hâdise Mekke ve Medine’den birçok kimsenin Müslüman olmasına sebep oldu.

 

Öte yandan müşriklerin Bedir’de hezimete uğrayıp, perişan bir vaziyette harp meydanından kaçmaları, Mekke’de büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hatta hiç akıllarından geçmeyen bir netice ortaya çıkmıştı. Haberi ilk getirenin sözlerine, Ebû Leheb ve diğer müşrikler inanmadılar. Harp meydanından kaçan Ebû Süfyan bin Haris Mekke’ye geldiğinde, onu hemen yanlarına çağırdılar.

 

Ebû Leheb ona; “Ey kardeşimin oğlu! Anlat bakalım, nasıl oldu?” diye sordu. Ebû Süfyan bin Haris orada, bir yere oturdu. Birçok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyan şöyle anlattı:

 

“Hiç sorma, Müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Yemin ederim ki, ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada yer ile gök arasında kır atlar üzerinde beyazlara bürünmüş kimselerle karşılaştık. Onlara ne bir şey dayanabiliyor, ne de bir kimse karşı durabiliyordu...”

 

İslam’ın ilk zamanlarında Müslüman olmasına rağmen, müşriklerin şerrinden çekindiği için Müslümanlığını açığa vurmayan Abbas’ın kölesi Ebû Rafi hazretleri de orada idi. Sessizce onları dinlemekte olan Ebû Rafi, sevincinden her şeyi unuttu ve; “Vallahi onlar meleklerdir” dedi.

 

Ebû Leheb, sinirlenerek ona şiddetli bir tokat vurdu, kaldırıp yere çarptı, bir hayli de hırpaladı. Bunun üzerine, orada bulunan Hazreti Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl dayanamadı. Çünkü kendisi de önceden Müslüman olmuştu. Bir çadır direğini eline aldı ve “Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?” diyerek, şiddetle Ebû Leheb’e vurdu, Ebû Leheb’in başı yarıldı. Kanlar akarak zelil ve hakir bir vaziyette dönüp gitti. Gam ve kederinden ağır hasta oldu ve bir hafta sonra da öldü...

 

Diğer Kureyşliler de Mekke’de bir ay kadar Bedir’de ölen reislerinin matemini tuttular.

 

Hazreti Osman, Bedir Harbine katılamamıştı. Zira bu sırada Peygamber Efendimiz’in kerimesi olan hanımı Hazreti Rukıyye çok hasta idi. Ateşi ve rahatsızlığı gün geçtikçe artıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sebeple Hazreti Osman’a orduya katılmamasını ve hanımının yanında kalmasını buyurmuştu.

 

Ancak Hazreti Rukıyye’nin hastalığı gün geçtikçe ağırlaştı. Nihayet Bedir Savaşı’nın zafer müjdeleri geldiği sırada hayata veda etti...

 

Yirmi iki yaşında bulunan Hazreti Rukıyye, Peygamberimiz’in ilk vefat eden kızıydı. Naaşını Ümmü Eymen yıkadı. Cenaze namazını Hazreti Osman kıldırdı.

 

Medine halkı Bakî Kabristanı’na taşıdı ve oraya defnedildi. Savaştan dönen Resûl-i Ekrem kabrin başına geldi ve kızına dua ve niyazda bulundu.

 

Oradan Hazreti Osman’ın evine gitti. Onu da teselli etti. Hanımlar gözyaşları içerisinde kendini tutamayarak ağlıyorlardı. Hazreti Ömer müdahale etmek isteyince İki Cihan Güneşi Efendimiz şöyle buyurdu: 

 

“Ya Ömer! Onları kendi hâllerine bırak! Ölüye karşı duygular göz ve kalple ifade edilirse bu Allah’tan’dır. Onun merhametindendir. El ve dil ile yapılırsa şeytandandır.”

 

Cenab-ı Hak Bedir ehli hürmetine Gazze’deki Müslüman kardeşlerimize imdad-ı İlahiyesi ile imdat eylesin. Bebelere ve kadınlara kadar Müslümanları hunharca katliama tabi tutan zalimleri de kahhar ism-i şerifiyle kahreylesin!..

 

 

 

 

 

TEFEKKÜR

 

 

 

Çâr-ı Yârı ol Ebû-Bekr ü Ömer Osman Ali

 

Sayesinde anların buldu bu İslam kuvveti

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
bekir yenipazarlı30 Mart 2024 09:52

amin...