Din düşmanları pes etmiyor. Her gün yeni bir hevesle imanımıza saldırıyor. İçeridekiler ve dışarıdakiler bu operasyonu ortak olarak yürütüyor. Daha doğrusu içerideki beslemeler dışarıdaki efendilerinden aldıkları emri harfiyen uyguluyor.
Böylece din-i mübin-i İslam’ın bayraktarı asil milletimizin kafası karıştırılmaya çalışılıyor. Saldırı, düşmanların tam olarak istediği şekilde gelişmese de bize ciddi zararlar veriyor. Son zamanlarda "deistim", "ateistim" kelimelerini fazlaca duyar olduk. Bugünün "etrak-ı bî-idrakları" cemiyetimizin temelini dinamitlemeye devam ediyor.
Bugünkü manzara aslında yüz senenin neticesi. Osmanlıyı İttihad ve Terakki aparatıyla devirenler maddi sahada hedeflerine varmışlardı. Bundan böyle manevi sahada adım atacaklar ve zincire vurdukları asil milletimizin içini de boşaltacaklardı. Osmanlı’yı yıkmak için İttihat Terakki’yi kullanmışlardı. Şimdi ise onun devamı olan CHP vardı ve tahribat onun eliyle yapılacaktı.
CHP bir siyasi parti olmaktan çok öteydi. "Devlet benim" diyordu ve hakikaten öyleydi. Hatta seçimleri DP’ye karşı kaybettikten sonra da devlet gibi davranmaya devam etti. Ne kadar oy alırsanız alın CHP’nin karşı çıktığı adımlar çok tehlikeliydi. Menderes böyle ipe gitti. Demirel’i, Özal’ı, Erbakan’ı ve yıllardır Tayyip beyi diktatörlükle suçlayanlar en az üç çeyrek asır memlekete nefes aldırmadılar.
Zira "Anglo-Sakson ittifakı" yapılanları yetersiz görüyordu. O güne kadar olanlar elbette önemliydi fakat bunlar zulüm ve baskı neticesinde elde edildikleri için muhataplar tam manasıyla devşirilemiyordu. En azından Müslümanlığını muhafaza etmiş, her şeye rağmen imanını korumuş olanlara farklı bir oyun kurmak gerekiyordu.
Bu arayış FETÖ’nün tesisiyle son buldu. Zaten teslim alınmış memleket bu sefer hücrelerine kadar esir edilecekti. Kasım Gülek vasıtasıyla mason olmuş Fetullah Gülen bu büyük operasyonun aparatıydı... Devletin hatta sivil hayatın her noktasına sızan daha doğrusu yerleştirilen bu ihanet şebekesi bir türlü yıkılmayan din-i mübin-i İslam’ı sulandırmakla işe başlayacaktı.
Diyanet’in tepe noktalarına da adamlarını yerleştirdiler. İlahiyatlarda devşirilen ekipler de destek kıtaları hâlinde görev yaptılar. Böylece dört yandan çeşitli mevzularda soru işaretleri uyandırarak icraatlarına başladılar. İman esasları ilk hedef oldu. İnşallah bu konuya ayrı bir yazıda değineceğim...
Sonra sıra namaz vakitlerine geldi. O güne kadar tatbik edilen hesaplama usulü yanlışmış gibi hareket ederek imsakı yirmi dakika ileriye, yatsıyı dokuz dakika geriye aldılar. İkindi ile de oynadılar ve yedi dakika öne aldılar. Ramazan ayında akşamı da iki dakika öne çekmeyi ihmal etmediler. Dikkat ederseniz nedense ibadetleri hep bozmaya yönelik adımlar atılıyor asla sağlama alma gayesi güdülmüyordu!..
Öte yandan Diyanet, 42 sene önce aldığı bir karar ile oruç ibadetini de tehlikeye attı. Bir gecede imsak vaktini on sekiz dakika ileri aldılar. O gün için yapılan bu değişikliklere hiçbir ilmî ve astronomik mesnet gösterilememişti. Şikâyetler arttıkça düzeltmek yerine kılıf uydurmaya devam ettiler.
Ardından kandil günlerine sıra geldi ve ilk olarak Mevlid kandili “Kutlu Doğum Haftası!” adıyla nisan ayına sabitlendi.
Üçüncü büyük adım ise cuma namazı konusunda 2002 yılında atılmış fakat kimse farkına varamamıştı! Bugün hemen herkesin malumu olduğu üzere “Pandemi” döneminde fırsattan istifade ile ve yangından mal kaçırırcasına camide insanları fazla tutmamak adına Zuhr-i ahir namazına son verilmişti. Pandemiden sonra bütün tedbirler ortadan kalkarken nedense Zuhr-i ahir namazı yokmuş gibi davranıldı ve unutuluverdi.
Bu konuda gazetemizde yazılar yazdım. Sayın Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş bey "genelge gönderildi kılınacak" diyerek açıklama yaptı. Fakat müftülükler neredeyse zerre adım atmadı. Kurbağa haşlama yöntemine geçti. Zuhr-i ahir namazını kıldırmamaya azmetmişler gibi en küçük bir faaliyette bulunmadılar.
Geçenlerde bu durumu dile getirmek üzere “hutbeyi uzat fakat namazı kılma!” diyerek bir YouTube videosu çekerek tekrar “Zuhr-i ahir” namazına dikkat çektim.
Bu sırada İzmir’den ilahiyatçı bir dostum arayarak bazı bilgiler verdi. Kendisini dinledikçe dehşete düştüm! Söyledikleri özetle şunlardı:
“Hocam mesele pandemi döneminde ortaya çıkmadı. Meselenin kökeni ve Zuhr-i ahir namazının kaldırılması çok öncelere dayanıyor. Siz daha önce nisan ayına kilitlenen Kutlu Doğum Haftası, FETÖ projesi demiştiniz ve geri dönülmesine vesile olmuştunuz. Bu konunun da ondan farkı yok. Siz 2002 yılında alınan o kararı bulun ve işin gerisinde kimin olduğunu anlayın. Hatta hatırlarsınız İzmir’deki bir kısım camilerde bu uygulama o kararın alınmasıyla birlikte aralıksız devam etti. Fakat çekincelerle diğer yerlere yayamadılar...”
Dehşete düşmüştüm. İlahiyatçı dostuma teşekkür ettim. Gerçekten de İzmir’deki çoğu camide uzun yıllardır Zuhr-i ahir namazının kılınmadığını işitirdik fakat bunu imamların uygulaması olarak düşünürdük. Böyle bir kararın 2002 yılında alındığını bilmiyordum.
Derhal Diyanet’in sitesine baktım. Konu aynen ilahiyatçı dostumun belirttiği gibiydi. Belli ki 2002 senesinde alınan bu karar ortaya çıkabilecek tepkiler nedeniyle yurt sathına yayılmamış fakat pandemi dönemi de fırsat bilinmiş ve uygulanmıştı.
FETÖ’nün Kutlu Doğum Haftası projesinden Diyanet İşleri Başkanlığını kaybetme adına geri dönmeyen Mehmet Görmez gibi bunda da muhtemelen bazı kurul üyeleri cansiparane bir şekilde bu uygulamayı savunmaya devam ediyorlar.
Doç. Dr. Şamil Dağcı’nın başkanlığında toplanan zamanın Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 26.03 2002 tarihinde aldığı kararı okuduğunuzda Zuhr-i ahir namazını kıldırmamak için nasıl bir mücadele verildiğine şahit oluyorsunuz. Çünkü diğer meselelerde olduğu gibi Zuhr-i ahir namazı konusunda alınan kararın da çelişkili, indî ve gayri ilmî fikirlerle dolu olduğunu görüyorsunuz.
(Bir kavlin zaif olduğu teslim edilse bile onun hilafından kurtulmak evladır... Müttefekunaleyh bir hadiste ‘Her kim şüphelerden korunursa dinini ve ırzını kurtarmıştır’ buyurulmuştur. Onun için ulemadan biri hiç namazını bırakmayan birinin ömrü boyunca bütün namazlarını kaza etmesi hakkında ‘Mekruh değildir. Çünkü bu ihtiyatla ameldir’ demiştir. Makdisi’nin Muhit’ten nakline göre şehir hükmünde olduğunda şüphe edilen her yerde cumadan sonra cemaatın ihtiyaten ahir zuhur niyetiyle dört rekât namaz kılmaları gerekir. Ta ki cuma namazı yerini bulmamışsa son öğleyi kılmakla vaktin farzını eda etmiş olsunlar. Kafi’de de bunun benzeri sözler vardır.
Kınyetü’l-Fetava’da beyan olunduğuna göre Merv denilen şehirde iki yerde cuma kılınıp kılınmayacağı hususunda ulema ihtilaf ettikleri vakit imamları cumadan sonra dört rekât ahir zuhur kılmalarını halka ihtiyaten vacip olmak üzere emretmişlerdir. Bu hadiseyi Hidaye şarihlerinden birçoklarıyla diğerleri nakletmiş ve ele almışlardır.
Yine Makdisi Fetih’den naklen, “bir kimse bulunduğu yerin şehir olduğunda tereddüt eder veya o yerin birkaç mescidinde cuma kılınırsa cumadan sonra “vaktine erişip edası müyesser olmayan son farza niyet ettim” diyerek dört rekât namaz kılmalıdır” demiştir.)
İbni Abidin hazretleri bütün bunları naklederken onu Zuhr-i ahir namazına karşı gösterenler acaba diğer dinî meselelerde nasıl fetva verirler ve bunlara nasıl itimat edilir?!
Türkiye’de fıkıhçı geçinenlerin bunlara hiç cevabı olmayacak mıdır?
Bahriler ummana daldı pek çoğaldı dehrîler
Öyle mülhidler ile bahs-i dîne dalmak da güç
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil'in önceki yazıları...