Mal bulmuş Mağribîler!

A -
A +

Bazıları Osmanlı aleyhine bir yazı okuduğunda veya gördüğünde mal bulmuş Mağribî gibi benimseyip yaymaya başlıyorlar. Acaba doğruluk payı nedir, kim tarafından yazılmış veya söylenmiştir. Söyleyen dost mudur düşman mıdır, söylenen yalan mıdır gerçek midir demiyorlar!

 

Bu haftanın başında Montesquieu’nun “İran Mektupları (1729)” adlı eserinden Osmanlı Devleti ile ilgili kısa bir bölüm sosyal medyada epeyce paylaşıldı. İnsanlar o yazıya istinaden hem Osmanlı Devletini karalama yarışına girdiler hem de aynı hadiselerin bugün de yaşandığını dile getirmek suretiyle hükûmeti de suçladılar.

 

Tarihin ne olduğuna hiç dikkat etmediler. Yazar Montesquieu (ö.1755) bu eserinde, düşmanlarından bir müddet uzak kalmak üzere Fransa’ya seyahat eden Prens Usbek ile dostu Rika’nın, yolculuk sırasında memleketlerindeki yakın arkadaş çevreleri ve eşleriyle yazıştıkları mektupları konu edinmişti.

 

Prens Usbek 2 Kasım 1711’de İzmir’den kaleme aldığı mektubunda:

 

“Tokat’ta ancak sekiz gün kaldık, Otuz beş günlük bir yürüyüşten sonra, İzmir’e geldik. Tokat’tan İzmir’e kadar, bütün bu saha içinde kayda değer başkaca hiçbir şehir yoktur! Osmanlı imparatorluğunun zaafını büyük bir hayretle görmüş oldum. Bu hasta gövde, kendini tatlı ve mutedil rejimle ayakta tutmuyor; bilakis gittikçe varlığını yıpratan ve devamlı surette içini kemiren şiddet tedbirlerine baş vuruyor!” (s.90)

 

Osmanlı Devleti Viyana bozgunu (1683) ile birlikte 16 yıl sürecek büyük bir savaşa girmişti. Dört cephede yıllarca cansiparane mücadele etti. Siyasi ve ekonomik yönden büyük darbe aldı. Karlofça Antlaşması (1699) ile büyük toprak kayıpları yaşadı.

 

Devlet henüz onun yaralarını sarmakla meşguldü. Elbette mektupların sahibi İran Prensi bu durumun farkında idi.

 

İkincisi ise Prens ve arkadaşı Türkiye sınırları içinde Erzurum Tokat yoluyla İzmir’e gitmiş oradan Avrupa’ya geçmişti. Tokat’a gelirken görüp gezdiği hiçbir şehirden bahsetmiyordu. Tokat şehrinin durumuna değinmemişti. Oysa Tokat’tan İzmir’e giderken arada geçeceği tek şehir Ankara ve Afyonkarahisar olacaktı. Ankara o dönemde henüz köy gibi bir yerdi. Erzurum, Tokat, İzmir yolu üzerinde nereyi görecekti diye sorgulayan olmuyor. Sivas, Amasya, Kütahya, Manisa, Kastamonu, Konya diye meşhur ilim, kültür ve ticaret merkezlerini hiç sayan yok maalesef.

 

Yazarın Osmanlı devleti hakkında söyledikleri de bu devletin yapısı hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını gösteriyor. Nitekim mektubunda bu konuda şöyle demektedir:

 

“Paşalar ancak para kuvveti sayesinde bu mevkilere tayin ediliyorlar. Bütün servetlerini bu uğurda harcamış ve çırılçıplak hâle düşmüş olduklarından, tayin edildikleri vilâyetlere, işgal mıntıkasına giren birer fâtih edasıyla geliyor ve işinin başına geçer geçmez her tarafı soyup sömürmekten başka bir şey düşünmüyorlar.” (s.91)

 

Prensin, kimlerle neyi görüştüğü hakkında hiçbir malumat yok. Erzurum Beylerbeyi veya Tokat Sancakbeyi kimdir hiçbir malumat vermiyor. Afaki bir değerlendirme yapıyor. Deniz ticareti hakkında ahkam kesmesine karşılık İzmir dışında hiçbir yere uğramamış. İzmir’i de zaten bu söylediklerinden azade kılıyor. Kendisinin hangi mevsimde nerelerden geçtiği de ayrı bir soru konusu. Zira Anadolu’nun bozkır beldeleri mevsimine göre elbette büyük değişkenlik göstermekteydi. Erzurum ve Tokat’ta ticaret ve el sanatları konusunda bilgi vermiş olsaydı daha önemli bir değerlendirme yapmış olurdu.

 

Dolayısıyla yazarın sözleri gerçekçi bir bilgiden ziyade tamamen kötülemeye yönelik olduğu açıkça görülmektedir. Bunda da İranlılardaki kadim Türk ve Osmanlı düşmanlığı yanında Batı hayranlığı sezilmektedir. Bakınız Türkler hakkındaki şu sözleri düşmanlığının açık bir göstergesi değil midir?

 

“Türkiye’deki erkeklere gelince bunlar İran erkeklerinden daha beterdirler. Orada öyle aileler vardır ki o toprakta hükümranlıkları kurulduğundan beri babadan oğula hiçbir erkeğin güldüğü görülmemiştir." (s.134)

 

 

 

İran Mektupları!

 

 

 

Öte yandan bu mektuplar çok daha başka şekilde değerlendirilmeliydi.

 

Günümüzde tarih dizileri, Osmanlı sarayını bir entrika yuvası olarak göstermekten büyük zevk duymaktadır! Şurası muhakkak ki bunlar, dün Batılıların fantezileri olarak tarihe geçti. Bugün de bizim senarist geçinenlerin kurguları ile gündeme geliyor ve akıllara bambaşka bir Osmanlı sarayı imajı yerleşmiş oluyor.

 

Aslında bu diziciler Osmanlı yerine İran tarihini işleselerdi kendilerine istemeyecekleri kadar malzeme bulurlardı. Belge olarak da Montesquieu’nun "İran Mektupları" eseri yeterdi.

 

Bu eser İran sarayı hakkında akılalmaz bilgilerle doludur. Bir mektupta geçen ve düşmanlık üzere yazıldığı belli olan beş cümleden Osmanlı Devleti hakkında ahkam kesenler yüzlerce sayfada geçen hadiseleri neredeyse hiç görmüyorlar.

 

Ya o hadiseler Osmanlı sarayında geçmiş olsaydı bugün ne diziler, ne filmler çekilir ve ne romanlar yazılırdı diye düşünmeden edemiyor insan!

 

Aslında esere, “İran Paris arasında aşk mektupları”, “İran sarayında aldatmalar” ve buna benzer isimler verilse tam yerinde olurdu.

 

Zira Prens Usbek, İsfahan’daki muhteşem sarayını, debdebe ile geçen bir hayatı, dünyalar kadar güzel karılarını, muti kölelerini, haremağalarını terk ederek Rika adındaki dostu ile Garb’a doğru seyahate çıktığında tek derdi geride kalan hanımları ve gözdeleri idi. Kendisi kıskançlık girdabında boğuluyordu. Neredeyse bütün mektupları pek azı müstesna onlarla ilgilidir. Ancak Prensin neden bu kadar korktuğu da çok geçmeden gelen mektuplarla anlaşılacaktır.

 

İşte Başharemağası’ndan Usbek’e gelen bir mektup:

 

“İşler o dereceyi buldu ki, artık tahammül imkânı kalmadı! Zevcelerin, senin buradan ayrılışından sonra, artık kendilerini herhangi bir cezadan tam muaf sanıyorlar! Ve işte bu yüzden de, sarayında dehşetler kopuyor efendimiz! Şu anda size söyleyeceklerimin dehşetinden ben bile titriyorum: Zelis birkaç gün önce camiye gitti ve bütün cemaatin önünde, peçesini düşürerek yüzünü herkese gösterdi! 'Zaki' saray kanun ve geleneklerinin şiddetle menettiği bir şeyi umursamayarak, cariyelerinden birini odasında yatırdı! İlişikte gönderdiğim aşk mektubu ise, beni şaşkına döndürdü. Karılarından hangisine gönderildiğini bir türlü anlayamadım! Dün akşam sarayın bahçesinde bir delikanlı görmüşler lâkin yakalayamamışlar, duvardan atlayıp kaçmış Bütün bu olaylara, bana meçhul kalanları da ilâve edebilirsiniz, efendimiz. Netice olarak, ihanete uğradığınız tahakkuk ediyor buna artık şüphe kalmadı, Şimdi artık emirlerinizi bekliyorum, [bu emirlerinizi] öğrenmek bahtiyarlığına erişinceye kadar da, herhâlde heyecan ve kederimden yaşayamam, ölürüm!” (s. 436)

 

 

 

Dizicilere malzeme!

 

 

 

Prens Usbek’e Haremağası Solim’den gelen mektup da aynı minval üzere idi:

 

“Karılarınız şimdi artık sarayı, saygıyı tamamen unutmuş haldeler! Büyük haremağasının ölümünden sonra, sanki her şey onlar için mübah olmuştur! Aralarında yalnız Roksan vazifelerine bağlı görülüyor, yumuşak başlı olmakta da devam ediyor. Saray örf ve ananeleri her gün daha da bozuluyor, âdeta hiçe sayılıyor! Zevcelerinizin yüzünde eskiden görünen kadınlık âr ve hayâ fazileti, vakar ve namus heybetinden artık eser görünmüyor…

 

Zevceleriniz sekiz gün için sayfiyeye gitmişlerdi; bu sayfiye yeri de, hemen içinde hiç oturulmamış olan o tenhalardaki köşkünüzdü. Duyduğuma göre, iki erkek o evdeki bekçi köleyi kandırmışlar ve hanımlar oraya varmadan önce, büyük yatak odasının bir köşesine gizlenmişler ve gece, bizler çekildikten sonra da meydana çıkmışlar!.. Şimdi başımızda olan yaşlı haremağası bir ahmak ve budaladan başka bir şey olmadığı için, istenen her şeyi ona inandırmak işten bile değildir!” (s.441)

 

Prensin bu mektuplara delirmiş gibi verdiği cevaplar bir yana nihayet eşi Roksan’dan gelen şu mektup onun için öldürücü bir darbe olacaktır. Şöyle ki:

 

“Evet, seni aldattım; sana ihanet ettim! Senin o yaman haremağalarını kandırdım, yoldan çıkardım; kıskançlıklarınla alay ettim ve bu iğrenç sarayını bir zevk ve sefâ yeri hâline sokmasını pek alâ becerdim!..” (s.454)

 

Evet böyle onlarca mektup... Fransız yazar bu aşk mektuplarını kaleme alarak ülkesinde satış rekorları kırdı. Ne dersiniz! Şu mektuplardan biri bile Osmanlı sarayından çıkmış olsaydı bizdeki İslam düşmanları sevinç çığlıkları içerisinde ne senaryolar düzmezler miydi?

 

 

 

TEFEKKÜR

 

 

 

Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât

 

Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde

 

                                                  Ziyâ Paşa

 

(Lafla dünyaya düzen verirler,

 

Bin türlü ayıp vardır evlerinde.)

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Yalınız Efe24 Mayıs 2024 11:51

Günahı açık da, gizli de işlemek caiz olmaz. Fakat nefsine, şeytana uyarak günah işleyen, (Bir günaha düşen, günahını gizlesin! Allahü teâlânın örtüsünü onun üzerinde bulundursun!) hadis-i şerifine uyarak günahlarını gizlemelidir. Müslümanların ayıplarını örtmek, gizli günahlarını yaymamak ve kusurlarını affetmek çok sevabdır. Peygamber efendimiz, (Kim, bir Müslümanın ayıplarını örtüp gizlerse, Hak teâlâ da, dünya ve âhirette onun ayıp ve kusurlarını örter) buyuruyor. (dinimizislam.com)