Tarihin en utanç verici günleri!

Sesli Dinle
A -
A +
Geçen hafta İttihatçıların cihan harbine girmek için başta İngilizler olmak üzere çalmadık kapı bırakmadıklarını ve İngilizlere verdikleri tavizlerden bahsetmiştik. Basra’yı nasıl peşkeş çektiklerine değinmiştik.
 
Bu durum elbette sadece İngilizlerle sınırlı değildi. Hakkı Bey İngilizlere her türlü tavizi vererek ittifak için çalışırken Maliye Nazırı Cavid Bey de Fransa’da bulunuyordu.
 
Cavid Bey, görünüşte Balkan Savaşları sırasında edinilen borçların tasfiyesi ve yeni borçlar için faaliyette bulunacaktı. Ancak asıl maksadı Fransızlarla siyasi birliktelik kurabilmekti.
O da aynen Hakkı Paşa gibi neredeyse önüne uzatılan her kâğıda imza atmak üzere emir almıştı. Fakat sunulan imtiyazlar, alınan borçlar, verilen silah siparişleri sonunda elde edilen hiçbir şey yoktu. Zira Fransa, daha sonra Cemal Paşa’nın ittifak teklifini, “Rusya muvafakat ederse olur” diyerek reddetmişti. Fransa Dışişleri Bakanı ise işlerinin çokluğunu bahane ederek Cemal Paşa’yı kabul dahi etmemişti. Buna rağmen Dışişleri Bakanlığı Siyasi Büro Şefi Margenie ile görüşme zilletine kadar düştü. Kendisine kapı gösterilmişti.
 
İttihatçılar nihayet son bir çare olarak 1914 Mayıs’ında yaz tatili için Kırım’da bulunan Rus Çarı’na müracaat ettiler. Bizzat Talat Paşa, Çar’ın ziyaretine giderek ittifak teklifinde bulundu. Rus Çarı bu durumdan büyük gurur duymuş ve Talat Paşa’yı yapılan görüşmede mağrur ifadelerle ezmişti.
 
Zira Ruslar bu sırada İstanbul ve Boğazları ele geçirmek hususunda müttefiklerini razı etmiş bulunuyorlardı. Rus Çarı, “Alman askerî heyetlerinin Osmanlı’da ne işi var? Önce onları ülkenizden çıkarın” diyerek kendilerine ağır bir gözdağı da vermekten geri durmamışlardı.
 
İttihatçılar daha da zelilliğe düşecek kapıları aralamaktan da geri durmayacaklardı. Bir yıldır Balkanlarda oluk oluk Türk kanı akıtan küçük Balkan devletlerinden medet umar hâle geleceklerdir. Nitekim Almanların desteğiyle girişilen Yunanistan ile ittifak görüşmeleri de neticesiz kalacaktır.
Şurası muhakkak ki Trablusgarp’ta İtalya, Balkanlar’da ise dünkü eyaleti olan devletçikler karşısında alınan hezimetlerden sonra hiçbir devlet artık Osmanlıları dikkate değer askerî bir güç olarak görmüyordu.
 
Dünyanın çekindiği koskoca Osmanlı devleti, dört senede diplomatik anlamda bütün kapıların yüzüne kapandığı güçsüz ve etkisiz bir hâle düşürülmüştü.
 
Devletine ihanet edenin değeri ne çabuk düşüyordu. Tarihinde görülmeyen rezil hâllere düçar kalınmıştı.

Despotizmin kitabını yazanlar!

Savaşa girmek için çırpınan İttihatçıların son ümidi Almanya kalmıştı. Fakat Almanlar da Osmanlı’yı dikkate almayacaklardı. Zira Osmanlı Devleti’nin ittifaklara kabul edilmemesinin asıl önemli sebebi, çıkması beklenen umumi bir savaşta paylaşılması düşünülen pasta olarak görülmesi idi.
 
İttihatçılar Almanlara ilk ittifak teklifini Eylül 1913’te yapmış ancak Alman Büyükelçisi verdiği cevapta; “Türkiye ittifak kabiliyetine hazır değildir” gibi bir mazeretle görüşmeye gerek olmadığını bildirmişti.
 
Alman İmparatoru II. Wilhelm ise teklifin reddedilmemesini ve açık kapı bırakılmasını söylemişti. Bu durum Almanya’nın savaşın akıbetine göre Osmanlı Devleti’ni bekletme politikası takip edeceğini gösteriyordu.
 
Nitekim Cihan Harbi’nin çıkmasına bir ay kala Avusturya’nın Sırbistan’a ültimatom vermesi ile birlikte ibre ittifaktan yana olmaya dönecektir. Konu ile ilgili görüşmeler Enver Paşa, Liman Von Sanders ve Alman Büyükelçisi Wangenheim arasında yürütüldü. Nihayet Cihan Harbi’nin başladığı, savaşın bütün Avrupa’yı sardığı günün ertesinde yani 2 Ağustos 1914’te gizli savunma ittifakı anlaşması olarak taraflarca imzalandı. Osmanlı tarafından Sadrazam Said Halim Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Talat Bey ve Meclis-i Mebusan Reisi Halil (Menteşe) Bey’den başka hiç kimse bu ittifaktan haberdar değildi.
 
Almanya ile gizli ittifak yapıldığı gün, ittihatçı liderler, Meclis'i beş ay süre ile tatil ettiler. Bu sayede çıkarılan kanunlarla parlamento kontrolünden uzak, rahatça hareket etme imkânına kavuşmuş oluyorlardı.
 
Artık idare mekanizması küçük bir heyetin bir anlamda 3-5 kişinin kararlarına kalmıştı. Cihan Harbi’ne girilmesinden tehcir kanununa kadar bütün işlerde bu ilke ve uygulama görülecektir. Artık idarenin kararları asla tartışılamayacak ve talimatlara uymayanlar Divan-ı Harbi Örfi’ye sevk edilecekti.
Sultan II. Abdülhamid Han’a despot, müstebid, diktatör diye çığırtkanlık yapanlar despotizmin kitabını yazmaya ve uygulamaya başlamışlardı. Hürriyet, müsavat, adalet sözlerinin foyası çabuk meydana çıkmıştı.
 
Günümüzde kahrolsun istibdat yaşasın müsavat, adalet, hürriyet diye bağıranların hâlâ tarihten ders almamış olmaları utanç verici bir durumdur.

Maaş ödeyebilmek için!

Öte yandan cihan harbinin çıkması ile birlikte Osmanlı Devleti seferberlik kararı alınca yeni bir buhranla karşı karşıya kaldı. II. Abdülhamid Han’ın saltanattan uzaklaştırılması ile birlikte devletin mali durumu gittikçe bozulmaya başlamıştı. Bu duruma çare bulunamazsa artık memurlara hiç para ödenemez hâle gelinecekti.
 
Nitekim Almanlar savaşın arzu ettikleri gibi gitmemesi üzerine Osmanlıyı yanlarına çekebilmek için müthiş bir uğraş vermeye başladılar. Zira Osmanlı Devlet adamları da artık bu savaşı Almanların kazanamayacağını anlamışlardı. Böyle bir durumda savaşa girmek ahmaklık olurdu. 
 
Fakat Enver, Talat ve Cemal Paşalar derhal savaşa girilmesi düşüncesinde idiler. Bilhassa yaşanacak mali buhran onları ürkütüyordu. Bu itibarla 11 Ekim günü Büyükelçi Wangenheim ile görüşmelerinde temel konu para meselesi idi.
 
Wangenheim onların zayıf taraflarını gayet iyi biliyordu. Bu itibarla paranın sıcak yüzünü göstermesi bütün engelleri aştırdı. Yüzde altı faizli beş milyon lira borç para alma konusunda anlaştılar. İşte Enver ve Talat Paşalar, bütün olumsuz görüşlere rağmen bu paranın karşılığında Osmanlı Devleti’ni Almanya safında savaşa sokmaya karar verdiler.
Almanya’nın cömertliği, Jön Türk hükûmetini ve bilhassa maliye nazırı Cavit Bey’i hayran etmişti. İflas etmiş bir hazineye, İngiltere ve Fransa’nın vermediği borcu, Almanya kolaylıkla karşılayacak potansiyelde idi ve bunu gösteriyordu.
Yeri geldikçe II. Abdülhamid Han’ı düyun-ı umumiye idaresi sebebiyle tenkit eden ve acımasızca eleştirenler borç para karşılığında milleti savaşa sokanları neden görmezden gelmektedir acaba?
 
Neticede II. Abdülhamid Han, bu idare sayesinde Tanzimat zamanında alınan ve devleti batırma noktasına götürmüş bulunan borçları ödüyordu. Bunda da tam başarılı olmuş ve borçları tahttan inerken %90 oranında azaltmıştı.
İttihatçılar ise borç alarak devleti yeni yükümlülükler altına sokmakla kalmıyor, milletin hem canını ve hem de vatanını neredeyse kumar masasına atıyordu.
 
1918 baharında, gazeteci Yakub Kadri, Cemal Paşa’ya harbe niye girildiğini sorduğunda, “Maaş ödeyebilmek için. Hazine bomboştu” cevabını almıştı (Falih Rıfkı, Zeytindağı, 130).
 
Aldıkları bu borç paranın karşılığında sadece vatan toprakları mahv ve perişan olmakla kalmayacaktı. Harbin başında 163 milyon olan borçlar, sonunda 304 milyona kadar çıkacaktı.
Bütün bunlara rağmen İttihatçı liderler bu mazlum milletin evlatlarına büyük kahraman diye yutturulacaktı. Sabah akşam II. Abdülhamid Han’a iftiralar edip kötülemenin temel sebebi onları sorgulamadan uzak tutmaktır.
 
Peki İttihatçıların akıl hocaları danışmanları kimlerdi. Onu da haftaya kaleme alalım inşallah...
 
TEFEKKÜR
 
Âlim isen her zorluğu aşarsın 
Cahil isen bağ u bahçe yakarsın
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.