Güvenlikçi politikalar devam ettikçe enflasyon tek haneye düşmez...

A -
A +

Efektif talep fonksiyonunu basit şekilde ele aldığımızda gelişen ülkelerin pek çoğunda enflasyonun neden tek haneye düşmeyeceğini de rahatlıkla anlayabiliyoruz.  

 

Y =C+I+G+(X-M)

 

Özetle, millî geliri belirleyen efektif talep özel tüketim ve yatırımların yanında kamu harcamaları ve dış âlem gelirlerinden oluşuyor. Dolarizasyon yaşayan ülkelerde faizleri zamanında ve sert şekilde yükseltmek yerine "Dostlar alışverişte görsün" tarzında tereddütlü ve yetersiz şekilde artırınca, bu sefer döviz kurlarını kontrol etme denemeleri başlıyor. 

 

Faiz oranlarının piyasada aşırı yükselmesi ve hükûmetlerin döviz kurlarına bastırma çabası piyasalar tarafından "veri" olarak kabul edilince, bu sefer de kısa süreli bir yalancı bahar yaşanmaya başlıyor. Firmalar döviz borçlanmaya başlıyor, bireyler ise dövizlerini satarak ulusal para cinsinden kısa vadeli kâr peşinde koşmaya başlıyor. Yabancı yatırımcılar da bu furyaya dâhil olduğunda oldukça tehlikeli bir süreç başlıyor. 

 

Yüksek enflasyon yaşayan bu ülkelerde Merkez Bankalarının para miktarını daraltarak mücadele etmesi gerekirken, ülkeye giren kısa vadeli dövizler ve yükselen faiz sebebiyle para arzının genişlediği görülüyor. Bilinmesi gereken gerçek şu ki, FED ya da ECB haricinde hiçbir Merkez Bankasının "ulusal para politikası" uygulaması artık mümkün değil. Çünkü finansta sınırlar kalktı ve dolar cinsinden kazanç vadeden her yere her türlü vadede sıcak para akıyor. 

 

Diğer taraftan gelişen ülkelerde kamu harcamaları hiçbir zaman yerinde durmuyor. Enflasyonun oranının üzerinde artan kamu harcamalarını Merkez Bankaları dolambaçlı yoldan fonlamaya devam ediyorlar. Sistem şöyle çalışıyor: Devlet borçlanma senetlerini piyasa yapıcı bankalar satın alıyor, Merkez Bankaları açık piyasa işlemleri ile bankaların ellerindeki bu kâğıtları alıyorlar ve karşılığında para veriyorlar. Sonra bu paralarla bankalar gidip yine devlet borçlanma senetlerin alıyorlar. Kısır döngü bu şekilde devam ederken, TCMB gibi para otoriteleri "firmalara kredi veriyorsan devlete de vereceksin" diye bankaları zorluyor. Böylelikle kamu harcadıkça harcamaya devam ediyor. "Gelişmiş ülkelerde de kamu harcamaları artıyor ne var bunda?" diyenler olacak mutlaka. Şimdi ona da cevap vereyim.

 

Gelişen ülkelerde insanlar 100 birim gelirlerinin bazen 90'ını harcamak mecburiyetinde kalıyor. Sebebi hayat pahalılığının yüksek olması. Mevsimine bakılmaksızın her ay satın almak zorunda olduğu mal ve hizmetlerin fiyatları yükselirken gelirler yerinde sayınca, bireylerin marjinal tüketim eğilimi yükseliyor. Tüketim toplumu olduklarından değil tüketmeye mecbur olduklarından. İsviçre gibi kazandığının yarısını tasarruf edebilen insanlar yok bu ülkelerde. 

 

Dolayısıyla kamunun gelirden bağımsız, borçlanarak yaptığı her harcama çarpan etkisiyle beraber farklı katmanlarda satın alma gücü oluştururken millî geliri büyütüyor. "Şişiriyor" desek daha doğru. Çünkü tüm para arzı ve kamu harcamaları büyürken bir de yanına çarpan etkisi gelince enflasyonla mücadele etmek zorlaşıyor. Güvenlikçi politikalar ve şaşaa merakı da eklenince kamu harcamalarının hız kesmesi imkânsız hâle geliyor. 

 

İlginçtir, bu tip ülkelerde hükûmetler hep ABD ve AB ile kavgalı, Çinlilerle mesafeli, Ruslarla arka kapı siyasetinde, Orta Doğu sermayesine kucak açan bir hâlde. Her sabah yeni bir iç ve dış düşman belirleniyor. Bu ülkelerde elbette hukuk ve adalet hep tartışmalı bir seviyede, "demokrasi görünümlü" otokrasi hâkim olmuş durumda. Liyakatten çok "tartışılır" bir sadakate razı gelen görünüm yine bu ülkelerde... 

 

Peki enflasyon tek haneye nasıl düşecek? Çok basit. Yatırım ortamına sürekli müdahale etmeyen tam tersine iyileştiren, ihracatın ve döviz kazandırıcı faaliyetlerin önünü açan, dış ilişkilerini hızla düzelten, ABD ve AB ile itiş kakış içinde olmayan, Orta Doğu ile yapıcı bir mesafede duran, Çin ile münasebetlerini medeni bir seviyeye çıkaran, Rusya ile karşılıklı olarak saygılı bir mesafede duran, ülkenin haklarını yedirmemek için çalışırken "deneme yanılma" metodu uygulamayan, dış politikada dinamik ama tavırlı bir duruş sergileyen bir siyasetle bunlar mümkün... 

 

Sadece bunlar da yetmez. Spordan sanata, eğitimden kültüre, müzikten sinemaya kadar dünyaya ev sahipliği yapacak da bir duruş lazım. Bunun için insan hakları, özgürlük ve adalet adına şüphe bırakmayacak güçlü adımlar atılması gerekiyor.

 

Ancak dünya giderek bir ateş topu hâline geliyor. Kalıcı ve çoklu krizlerin içinden geçerken yukarıdaki duruşu sergilemek kolay değil. Her gelişen ülkenin önüne iki seçenek konmuş durumda:

 

- Giderek daha merkeziyetçi ve otokrat bir yaklaşımla Çin'in kötü bir kopyası hâline gelmek. Müsaade edildiği kadar hayat imkânı veren ve Anayasa değişiklikleri ile bunu meşrulaştıracak bir siyaset yaklaşımını egemen kılmak. Devlet kapitalizmini bunun içine derc edebiliriz. 

 

- Muhafazakâr ve özgürlükçü kesimlerin bir arada yaşamayı başardığı ve bu durumun ilerlemeyi desteklediği, bazı vatandaşların mevcut hükümetler için "oy vermiyorum ama başarılılar" dediği siyaset biçimini benimsemek. Toplumsal barışı ve mutabakatı sağlamak. 

 

Seçeneklerin birincisi güvenlikçi politikalarda ısrar eden ve "beka sorunu varken özgürlüklere gerek yok" diyenleri tatmin edecek, diğeri ise demokrasilerin ancak özgür irade ile güçlenebileceğini düşünenleri tatmin edecek. Ben elbette ikinci seçeneğin taraftarıyım ve ekonomik istikrarın ancak bu şekilde sağlanacağına inanıyorum. 

 

Ancak gerçekçiyim de: Bir tarafta Rusya-Çin diğer tarafta ABD-AB, bunalımlı Orta Doğu ve din eksenli akımlar, demokrasiye inananlar ile demokrasiyi hiçe sayanlar, çekirdek aile yapısının hayat seyrini tamamlaması ve yalnız yaşayanların sayısının artması, toplum kesimlerini kitleleştirmeye çalışanların arasındaki "itme-çekme" yarışının sonunda, kesinlikle "en kuvvetli olan" galip gelmeyecek. Ülkeleri dört tarafından çekip bir yere götürmek isteyenlerin bileşke kuvveti nereyi gösteriyorsa, doğrudan oraya gidecek. Özetle, hiç kimsenin dediği olmayacak ama istikametten de kimse memnun kalmayacak. Belki de hayırlısı budur. Bilemiyorum.

 

Hâl böyleyken rasyonel konuşmalar yapan ama henüz tam anlamıyla rasyonel işlere imza atmayan ekonomi yönetimlerinin oluşturduğu ortamın geçici olacağını bilmekte fayda var. Bir yandan para arzı diğer yandan kamu harcamaları büyürken efektif talebi düşürmek mümkün değil. Bunu bilmiyor olamazlar. Yine de, insanlardaki "yarın endişesi" dediğimiz fiyatlama davranışlarında bozulma meydana getiren güvensizliği giderirlerse buna "başarı" diyebiliriz. Ancak bu fırsatı da kaçırmak üzereler.  

 

Çünkü dünyanın her yerinde insanlar uygulanan reçetelere kızıyor. Hükûmetlerin atadığı parlak diplomalı ekonomi kurmayları her başarısızlıkta toplumun önüne atılıyor. Tüm bunlar "istikrar, beka, güçlü ülke" sloganlarıyla hükûmetler vatandaşın refahını artırmak için yapılması gerekenleri yapmaktan imtina eden hükûmetler sebebiyle oluyor. Ekonomi kurmayları koltukta kalabilmek için hükûmetlerin dümen suyuna girdiğinde ise "enflasyonla mücadele ediyormuş" gibi yapıyorlar. Sebebi belli: Zorunlu harcamaları karşılamakta güçlük çeken insanların yaşadığı hiçbir yerde "adil siyasete" gerek yoktur. Sonunda geçinme korkusu sebebiyle kimse yapılan kötü işlere ses çıkarmaz hâle gelir. 

 

Hatırlatmak istedim. 2016 yılında "istikrar diye diye istikbal gidiyor" diye bir yazı yazmıştım. Güvenlikçi yaklaşımların bizi getirdiği şartlardan kolay kolay çıkamayacağımızı o günlerde söyledim. Bugün de söylüyorum.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
ssda24 Mayıs 2024 08:39

ekonomi adeta bir kalp ameliyatı yapar gibi ,bir çok parametreyi dikkatle takib ederek yapılmalı ,inşaatçı kafayla ,belli birşeylere aşırı yatırım yapıp diğerlerini sonra yaparım demekle olmuyor ,halka bu kadar güvenmek , kredi vermek ,sınırsız özgürlük tanımak manevi çöküşü getiriyor