Türk yönetimleri hep mutlakıyetti. Arada iki sıkıştırma meşrûtî yönetimler devreye girse de başta hep kağanlar vardı. Bunlara zaman zaman kan, kagan, beg, giderek sultan ve pâdişâh gibi unvanlar verildi ama statü aynıydı. En az beş bin yıllık bu hanlık dönemi, 1922’de yıkıldı.
Her ne kadar bin yıllık bir mâziden bahsetsek de bundan Selçuklu da Osmanlı da anlaşılmamalı. Sâdece Türklerin Anadolu’ya girişini esas aldığımız da anlaşılmamalı. Bundan sâdece Türklerin İslâmiyeti kabûl ettiği (921) de anlaşılmamalı. Bu bin yıllık sembol târih bir örnek veridir. Statüleri farklı olsa da Uygurlara, Göktürklere kadar iniyoruz. Yetmiyor, Hunlara, Avarlara, Sakalara kadar iniyoruz. Statüleri farklı demekten maksadımız din ve birbirine yakın olan yönetimlerdir. Sürekli ve akıcı da olsa kopmaz bir coğrafyaya bağlı olan topraklardır. Bin yılın parantezinde 921’de İslâmiyeti ilk kabûl eden İlteber Almış Han’ın İtil Bulgar Devleti başlangıç olarak kabûl edilebilir. Bunun ötesinde 1000 yıllık İslâmî mâzî yıkılırken en az beş bin yıllık hanlık dönemi de 1922’de yıkılmıştır.
Türk yönetimleri 1922’ye kadar mutlakıyettir. Arada iki sıkıştırma meşrûtî yönetimler devreye girer. Başta hep “kut” almış kağanlar vardır. Bunlara zaman zaman kan, kagan, beg, giderek sultan ve pâdişâh gibi unvanlar verilse de konum ve statü aynıdır. Bu İslâmiyetten evvel de böyledir. Devlette devamlılık esastır. Cumhûriyetle mutlakıyet yıkılmış, yâni hanlık tek yöneticilik bitmiş, bunun yerine Avrupâî cumhur nizâmına geçilmiştir. Ama Avrupa ülkelerinin bir kısmında hâlâ meşrûtî krallık vardır. Yâni asırlardır var olan krallar veyâ kraliçeler yerindedir ama arkalarında bir parlamento vardır. Zâten bizde de ilk parlamento 1876’da II. Abdülhamîd Han zamânında kuruldu. II. Meşrûtiyet de 1908’de yine onunla vukû buldu. İki meşrutiyette de azınlık unsurlarının fitneleriyle I. Meşrûtiyet lağvedildi, II. Meşrûtiyet de Osmanlıyı bitirdi.
United Kingdom (Birleşik krallık yâni İngiltere) dışında Norveç, İsveç, Danimarka, Belçika ve İspanya aynı taçlı krallık dediğimiz sembolik de olsa başta kral veyâ kraliçeleri ile demokrasinin en parlak yönetimlerine sâhiptirler.
Türkiye’de 2024 yılında üretim yönetimine göre cârî fiyatlarla GSYH %63,5 artışla 43 trilyon 410 milyar 514 milyon TL oldu.
İngiltere’de GSMH ise 116 milyar dolardır. Ayrıca İngiltere’ye bağlı 15 ülke vardır. Bunlar Antiqua, Avustralya, Belize, Kanada, Grenada, Jamaika, Yeni Zelanda, Papua Yeni Gine, Saint Kitts ve Nevis, Saint Luçia, Saint Vincent ve Grenadinlar, Solomon Adaları, Bahamalar ve Tuvalu’dur.
Norveç’te GSMH, 485,3 milyar USD (2023), İsveç’te GSMH, 585 milyar USD, Danimarka’da GSMH, 407,1 Milyar dolardır (2023). Danimarka’nın kraliyet ailesinin 1000 yıllık bir geçmişi vardır. Belçika’da GSMH, 644 milyar USD, İspanya GSMH 1,73 trilyon USD (196 ülke arasında 15. Büyük ekonomiye sâhiptir.)
Kanada, İngiliz Milletler Topluluğu’na bağlı federal bir cumhuriyettir ve devlet başkanı İngiltere kraliçesidir. Kanada GSMH 2, 142 trilyon USD’dir (2023).
Krallık olan ülkelerde kral veyâ kraliçeler fazla fonksiyonel olmasa bile, onlara tamâmen etkisiz elemen demek de mümkün değildir. Protokollerde onlara nasıl bir siyâsî statü uygulandığını açıkça görüyoruz.
Türk devlet geleneğinde üç temel esas vardır: Kut, töre ve kağan…
Burada birinci sırada kut vardır. Eski Türklerde kağan, “kut” aldığı için “tanrısal güç” taşır. Çadırda da doğsa gökte doğmuş sayılır.
Sonra devletin dayanağı töre vardır. Töre (Törüg) kut altında, kağanın üstündedir.
Kânun (töre) zâten Gök Tengri tarafından verilen kutun yüceliğindedir. İl yâni vatan varsa onun ayrılmaz parçası töredir. Töre kan buyruğu olmakla berâber bir yüksek mahkemede kağanın da sözünün geçmediği olaylara şâhit olunmuştur. Kaldı ki kağan yargının da başıdır. Kağan devleti temsîl ettiği için, ona karşı işlenmiş suçlar devlete karşı işlenmiş sayılır. Bu yüzden kağana karşı işlenen suçu bizzat kendisi yargılardı. Atilla şahsına suikast düzenleyen Bizans elçisini kendisi yargılamıştır.
Köktürk kağanlığı zamanında kağanlar bazen yüksek mahkemeye başkanlık etmişlerdir. Bu mahkemede yargu (hakem, hâkim) yarguçı, yargan (hâkim, belediye reisi) gibi yetkililer de bulunurdu. Bunlar mahkemede bir figür olarak bulunmazlar, olaylara müdâhale edebilirlerdi.
Kağanlık genelde babadan oğula, yoksa erkek yeğene geçer ki bunlara “tigin” veyâ “şad” denir. Burada hem sülâle hem de devlet devamlılığı esastır.
Yargan: Bir unvan olarak yargıç, yarkan. (Uygur Türkçesi Sözlüğü, A. Caferoğlu İstanbul Edebiyat Fakültesi Matbaası. s.2861968, İstanbul)
Tonyukuk bir ara yüksek mahkemede de görev yapmıştır.
Hunlarda yargıçlık belli âilelerin reislerine verilirdi.
Hazarlarda dînî dâvâlarda ayrı bir yargıç tahsîs edilirdi. Yine Hazarlarda (Mûsevî Türkler) Yahûdî ve Hristiyanların dâvâlarına iki, diğer din mensuplarına bir yargıç tahsîs edilirdi.
Eski Türklerde adam öldürmek, barış zamânı silâh çekmek (kargı, süngü, ok) zinâ, hayvan hırsızlığı, soygun ve diğer hırsızlıklarda i’dam cezâsı verilir; kişinin malları devlet hazînesine aktarılırdı. Yalnız kalan âileye de devlet bakardı.
Irza tecâvüz kesin olarak i’dam cezâsını gerektirirdi.
Hafif suçlarda az hapis ve bedel esastı.
Yüksek medeniyete geçen Uygurlarda toplum kânunları gelişmiştir. Bunlarda kirâya verme, satış sözleşmesi, velâyetnâme, vasiyetnâme, ipotek gibi gelişmiş kânun maddeleri göze çarpar.
Türklerin İslâmiyeti kabulü ile şer’î hukuk sistemine geçilmiştir. Bu sistem bütün önceki sistemlerden çok daha şümullü, çok daha kategorik ve mükemmeldi. Kısacası Hakk buyruğu idi.
Aslında Türklerde hırsızlık, zinâ, yalan, yalancı şâhitlik, vatana ihânet, savaştan kaçma gibi suçlarda şer’î sistemde olduğu gibi ağır cezâlar ve i’dam uygulanırdı.
İslâmiyet, temel idârî ve dînî yönden dört ana kola ayrılır. Esâsında din ve devlet işleri ayrı olmamakla birlikte, idârî sistem yönünden “muâmelât ve ibâdât” diye ikiye ayrılır. Tabîî ki muâmelâtın içinde münâkehât (evlilik, nikâh, talâk, mehir vs. mes’eleleri ile) ukubâtta ise çeşitli hafif ve ağır suç cezâları yer alırdı.
Karahanlılarla birlikte şer’î hukûka geçen Türkler 1928’de kısmen, 1934’te de tamamen lâik Avrupâî hukuka dâhil olmuştur.
Türkler başlangıçta Anadolu’ya girip Bizans topraklarına hâkim olunca önce Sûriye (Halep) sonra da Konya bölgelerine yerleştiler. Oğuz Kağan’ın torunlarından çoğalan boylar değişik Türk devletleri kurarken en uzun soluklu olanı da Kayılar ve dolayısıyla da Osmanlılar olmuştur. Zamânının en güçlü Türk devleti olan Selçukluları hegemonyasına alan Moğollar, Osmanlıya da çok sıkıntı çektirmişlerdir.
İdealleri sâdece kuru cihangirlik ve zulüm üzerine binâ edilen Moğol İmparatorluğu yıkılmış, fakat “i’lâ-yı kelimetullâh” aşkıyla cihâd eden Osmanlı, Siyonist emeller ve İttihâdcı yerli mason cuntacıların iştirakleriyle yıktırılmasaydı (evet yıkılmadı, yıktırıldı) Osmanlı yakalamış olduğu sanâyi hamleleriyle belki de 20. asırda da büyük devlet olma vasfını koruyacaktı.
“Dede Korkut Destânî Hikâyeleri” önsözünde anakronizm (târihî yanılma) var mıdır?
Dede Korkut Kitâbı’nda Korkut Ata’nın bir keşif veyâ kerâmet yoluyla söylediği söz, çok önemli ama açıklanmaya muhtaçtır. Korkut Ata ayıttı (söyledi): “Resûl aleyhsselâm zamânına yakın Bayat boyından Korkut Ata dirler bir er koptı. (ortaya çıktı) Oğuz’un ol kişi tamam biliçisi idi (büyük âlim). Ne dir ise olur idi. Gayıbdan dürlü haberler söyler idi. Hak te’âla anung köngline ilhâm ider idi (Allâh ona bâzı gizli şeyleri bildirirdi). Korkut Ata ayıttı: “Âhır zamanda hanlık yine Kayı’ya değe (Son zamanlarda hanlık yine Kayı’nın eline geçecektir). Kimesne ellerinden almaya, âhır zamân olup kıyâmet kopınça (Kıyâmet kopuncaya kadar kimse Kayıların elinden bu hanlığı alamayacaktır). Bu didügi Osman neslidür, işte sürülüp gideyorır (Bu dediği Osmanoğullarıdır, işte devam edip gidiyor). (Dede Korkut Kitabı, Metin-Sözlük, s,v Doç.Dr. Muharrem Ergin, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1964)
Şimdi metinle ön söz arasında bir tutarsızlık görülüyor: Dede Korkut sözlü ifâdeye göre Resûl (aleyhisselâm) zamânına yakın yaşamış, (6. asır olabilir.) Osmanlı Devleti ise 13. asırda kurulmuştur. Zâten dil yönüyle Yıldırım Bayezid zamânı dili 14. yy (öl. 1403) gibi duruyor. Gramer yönüyle incelendiğinde devir metinleriyle uyuşuyor. O hâlde Dede Korkut’a âit gibi söylenen bu ifâde büyük ihtimalle sonradan eklenmiştir. Zâten Osmanlı da 1922’de yıktırıldı. 13. asırdan önce zâten Osmanlı da yoktu. Yâni bu metinler sözlü edebiyât devrinde söylenmişti. Dil asırlar önceki 8. asır diline yâni Göktürk ve Uygur diline değil, 14. yy Azerî Türkçesi ve Eski Anadolu Türkçesi’ne benziyor. Ön sözde Osmanlıyı yüceltme ve Devlet-i ebed-müddet (kıyâmete kadar sürecek devlet) inancı çok kuvvetli idi.
Şunu açıkça belirtelim ki Genç Osmanlı ve Jön Türklerde bile devletin yıkılması söz konusu hiç olmamıştır. Masonik İttihâd ve Terakkî Fırkası ve Siyonist ittifâk Osmanlının yıkılmasını gündeme getirdi. Abdülazîz ve II. Abdülhamîd’de de devletin yıkılacağı endîşesi yoktu. Biz İttihâdcıların basîretsizce ve câhilce I. Cihân Harbi’ne sokmasıyla devletimizi kaybettik. Fransızlar, İngilizler, Ruslar önceden beri düşmanımızdı, ama özellikle II. Abdülhamîd’in siyâsi dehâsıyla onları oyalıyorduk. Zâten Siyonizm ve onun yerli uşakları II. Abdülhamîd Han düşmeden bu devletin yıkılamayacağını biliyorlardı.
Sultan Abdülhamîd’in suikasta mâruz kalmasında korumak üzere vücudunu ona siper eden ere, Sultân’ın “Evlâdım, sen nerelisin?” dediğinde “Söğüt’tenim pâdişâhım” diye cevap verdiği için koca Sultan vefânın ve sadâkatin timsâli bu yiğitten dolayı Ertuğrul Süvâri Alayı’nı kurmuştur. Önceden muhâfız alayında Arap, Boşnak ve Arnavut askerleri vardı. İlk defâ II. Abdülhamid Söğüt’e 1300 yıllarındaki köklerine döndü. Ümmet birliğinin Batı tarafından sürekli provoke edildiği o dönemde bu hareket Batı’yı çok tedirgin etti. “Osmanlı köklerine dönüyordu” ve bunu yapan da Batı’nın en çok korktuğu II. Abdülhamîd idi. Esâsen o yüce Sultân’ın yıkılması belki de en az 3000 yıllık Türk Devlet geleneğinin yıkılması idi.
Kayı dolayısıyla Osmanlı 1922’de yıkılınca 5000 yıllık devlet geleneği de yıkılmıştır.
Türkler cumhûriyete yabancı değildir. Eski Türk devletleri yönetimlerinde toy denen toplantı meclisleri demokratik bir katılım örneği idi.
Cumhûriyet bir fazîlet rejimi deniyor. Tabîî ki bu da sistemin işleyişiyle ilgilidir. Çin Halk Cumhûriyeti, Îran İslâm Cumhûriyeti eski Sovyet Sosyalist Cumhûriyetleri Birliği, Kore Demokratik Halk Cumhûriyeti’nde veyâ 1989 öncesi Varşova Paktı ülkelerindeki cumhûriyette demokrasiden söz etmek mümkün değildir.
Bizde de Cumhûriyet’in ilk yıllarında, gerçek mânâda seçim, çok partili parlamenter sistem 1950’ye kadar yoktur. Bu döneme kadar çok sıkıntılar yaşanmıştır.
Bizi de son zamanlarda Arap Baharları gibi iç ve dış istîlâlarla çökertip Orta Doğu’nun aslî figürü yapmak için çok uğraştılar. Darbeler, e-Muhtıra’lar, sanal ve ultra modern darbelerle sarstılar ama yıkamadılar.
Şimdi bize düşen bu son kaleyi her şeyimizle müdâfaa etmek ve uyanık olmaktır. Eğer bize bu devleti yıktırırlarsa maazallâh başka devletimiz olmaz. Unutmayalım bütün mazlum devletler şu anda Türkiye’den medet umuyor.
Sağımız solumuz, kuzeyimiz, güneyimiz hep düşmanla çevrili ve en acısı da modern İttihâdçılar alenî olarak 150 yıllık intikâmın peşinde olduklarını söylüyorlar.
Efendimiz’in müjdesine nâil olan bu milletin kökleri hâlâ sağlamdır.
20. yy’a kadar mâzîsini tartışmayan bu millet artık onda da ayrıştı. Millet ve milliyet kavramı değişti. Dindarlara dinci, mütedeyyinlere (dindarlara) yobaz dendi. Tesettürlü kızlarımıza gerici, câmî cemaatine güdümlü, muhafazakâr kitleye bidon kafalı, Batı karşıtlarına medeniyet düşmanı, gerçek târihi sorgulayanlara bozguncu, hakîkî milliyetçilere faşist, ulusalcılara yurtsever, dînimizi çağa uygulayıp reformize edenlere aydın, Ehl-i sünnet Müslümanlara çöl kânununa inananlar, Las Vegas kumarhâne düşkünlerine realist pragmatist, kısacası İslâm Türk sevdâlısı ümmet tutkunu topluluğa karanlık kuşağı, lâik yığına çağdaş diyenler ayrıştı. Bunlar bir safta diğerleri bir safta...
Hâlâ bir ümit var: Bu milleti böldürmek istemeyenler elleri duâda Hakk’a yalvarıyorlar. Rabb’im milletimizi böldürme. Yüreğimizdeki bu ışığı söndürme. Bölünüp parçalanmamızı bekleyenlere aman verme. Âmin...
Ulubatlı’nın diktiği sancak hâlâ dalgalanıyor, Türk bayrağı hâlâ milletimizi gölgeliyor ve Ayasofya’da “Allâhü ekber” nidâları semâyı çınlatıyorsa bu millet ayaktadır.
Yürekten inanıyor ve diyoruz ki: “Ey Türk Milleti! Üstte gök çökmeden altta yer yarılmadan senin ilini töreni kim bozabilir?”
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…