Edebiyâtımızda ölüm temalı şiir o kadar çoktur ki bunun için bir makâle değil, bir kitap değil hattâ kitaplar yazmak gerekir. Şâirlerimizden bir kısmı ölümden korktuğu için, bir kısmı hakikati merâk ettiği için, bir kısmı da ona sığınmak için bu konuyla ilgilenmişlerdir.
İnsanlar yazıda merâmını ya düz yazı (nesir) veyâ şiir (nazım) şeklinde anlatırlar. Şiir düz yazı gibi değildir. Genelde vezinli, kâfiyeli, hassas ve müzikalitesi olan bir türdür. Şiir yazmak bir kabiliyet işidir. Her şiir yazan şâir değildir. Bugün binlerce kişi şiir yazıp bunları kitap hâline getirmekteler. Ne okuyanı var ne alanı.
İnsanlarda duyguları tetikleyen iki önemli faktör vardır: Biri aşk, diğeri ise ölümdür. Her ikisinde de madde ve mana kesişmiştir. Mecâzî aşkta beden ve kalp birlikte hareket eder. Kalbin maddî tarafı hareketle emosyonel (heyecânlı) bir duygu oluşur. Bu duyguda görsellik yâni fizikî unsurlar ön plândadır. Görselliği etkileyen fizîkî estetik hâl yaşlılığa bağlı olarak bozulmaya başlayınca aşk yerini alışkanlığa bırakır.
Hakîkî aşk yânî ilâhî aşkta maddî unsur söz konusu olmayıp âlem-i emrin sülûk mertebelerinden kalpte -ki orası nazargâh-ı ilâhîdir- meydana gelen anlaşılamayan ve tarîf edilemeyen vecd ve istiğrâk hâline aşk veyâ daha tasavvufî bir ifâde ile “hubb” denir. Aslında bu bir cezbe hâlidir ve cezbe bir üst makâma çekilmektir. Yâni ruh ve sonrasında fenâya ve bekâya kadar giden seyr-i ilâllâh devridir.
Hayat başlangıcı doğum yâni fânî âlemle ilk temas, ölüm ise ebedî âlemle ilk temastır. İnsan aşka da ölüme de istemeden tasarlamadan ansızın düşer. (İntiharlar hariç)
Dünyevî aşkta (mecâzî) duygu yoğunluğu vardır. Aşk varlığıyla bütün duyguları örter. Âşıka göre dünyâ onun ve aşkının etrâfında dönüyor gibidir. Dünyevî aşk cinnet hâline dönüşmezse mûnis, aksi hâlde, çok kırıcı olur. Materyalistler aşkı burjuva taktiği olarak gördükleri için reddederler. Aslında bu mümkün değildir. Birçok ateist âşık olmuştur; Nâzım Hikmet gibi.
Ölüm yorumu olmayan gerçektir. O bir vâkıadır. İnsan bâzen aşkını gizleyebilir, ama ölüm ertelenmez bir ilâhî olaydır.
Ölüm bilinen ama bilinemeyen hakîkat âleminin başlangıcıdır.
Bilim adamları ölümün sırrını çözmek istemişlerse de hiçbir şey yapamamışlar, hiçbir şey elde edememişlerdir. Akıl almaz keşiflere imzâ atan bilim adamları bu konuda âciz kalmışlardır. Ölüm bir sırr-ı ilâhîdir. Bu madde âleminde o sırra vâkıf olmak mümkün değildir. Toprağın üstünde hükümranlığını îlân eden pozitivist bilim, toprağın bir metre altı için hiçbir teori üretememiştir.
Çoğu insan ölümü düşünmekten kaçınır, bu konudan lâf açılınca hemen örtmeye çalışır. Cenâze definlerinde mezara yanaşmazlar ve beyaz kefenli naaşa hiç bakmazlar. En yakınlarının vefâtı sonrası yüzlerine bakmayıp “Ben onu eski hâliyle hatırlamak istiyorum” yalanına sarılırlar.
“Ben ölümden ve ölmekten korkmuyorum” diyen yalan söylüyordur. Fenâ makâmına ulaşamayan her fânî ölümden korkar. “Ölümden ne korkarsın/// Korkma öldükçe varsın”ı ancak Yûnus ve onun gibiler söyleyebilir. Dünyâ ölümün sahnesidir ve hepimiz o sahnenin finalini oynayacak elemanlarız. Rabb’imiz “Her nefis (herkes) ölümü tadacaktır” dediyse ölüme çâre yoktur.
İşte tam da bu yüzden hakîkat ehli “ölmeden evvel ölmek” kaftanını kefenden önce giymişlerdir. Bu nefsi tezkiye etmekle olur. Bu yüzden Efendimiz “Yaşayan bir ölü görmek isteyen Ebûbekr’e baksın” demiştir. Onlar hayât ile memâtı aynı anda yaşayanlardır. Onlar ebrârdan değil, mukarreblerdendir. Yâni onlar sâdece cenneti arayanlardan değil yalnız ve ancak rızâ-yı ilâhîyi arzû edenlerdendir. Bu yüzden onlar zikirlerinde “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” derler. (Yarabbî maksadım sensin ve talebim de senin rızandır)
“Ölümü çok hatırlayın!” tavsiye-i nebeviyyesi bizi dünyâ meşgalelerinden biraz olsun uzaklaştırıp hakîkî âlemimize intibâkımızı sağlamak içindir.
Sâdece bizde değil Batı klâsiklerinde de tiyatro sahneleri ölülerle doludur. Shakespeare’in eserlerini hatırlayın.
Her an yüzleşebileceğimiz ölümden kaçmak yerine ona rızâya uygun şekilde hazırlanmak ve tevekkülle bu gerçeğe yüzümüzü döndürmek gerekir.
Filozoflar, edipler, şâirler, ulemâ hep ölümü düşünmüş, kimi ellerinden geldiği kadar bu hakîkati dile getirmeye çalışmış, kimi de çâresizce ona sığınmıştır.
Ölümü dünyâda fizik olarak ilme’l-yakîn biliyoruz. Ölünce Efendimiz’in bize bildirdiği gibi ayne’l-yakîn göreceğiz ve sonrası mahşer ve safhalarda da hakka’l-yakîn şâhit olacağız.
Edebiyâtımızda ölüm temalı şiir o kadar çoktur ki bunun için bir makâle değil bir kitap değil hattâ kitaplar yazmak gerekir.
Şâirlerimizden bir kısmı ölümden korktuğu için, bir kısmı bu gerçeği merâk ettiği için, bir kısmı da ona sığınmak için bu konuyla ilgilenmişlerdir. Şimdi örneklerle konuyu açmaya çalışalım:
Ölüm konusunu en dramatik işleyen şâirimiz Abdülhak Hâmid’dir. Zevcesi Fatma Hanım’ın veremden genç yaşta ölümü onu derinden sarsmış ve bu alandaki literatürümüze verdiği “Makber” adlı şiiri ile “ölüm şâiri” sıfatını kazanmıştır. “Şâir-i a’zam” bu 296 kıt’alık âbidevî şiirinde kalıptan kalıba akmıştır. Hüzün, isyân, rücû, duâ, tefekkür ne aranırsa bu şiirde vardır. “Makber” ölüm karşısında âciz kalan insan duygu ve düşüncelerini, isyanları, feryatları, boyun eğişleri üstün bir ifâdeyle söyler.
Şâir bu ölüm hâdisesiyle bâzen tezat sanatiyle isyâna sürüklenir. Mesela “Cilven olmaz mı tam bensiz /// Noksânı mıyım kemâlinin ben” der.
Allâh’a noksan sıfatı iâre etmek lâfzen küfürdür. Gerçi ilerde de vereceğimiz gibi tövbe mahallinde rücûlar vardır.
Yine Hâmid “Kesme yolumu ey hayât-ı kaatil /// Ey mevt beni siyânet eyle” demektedir (Yolumu kesme ey katil hayat, ey ölüm beni sen koru) demektedir. Burada “hayât-ı kaatil” öldüren hayat gerçeğinin ta kendisidir. Hayat bizi ölüme hazırlayan bir kaatil olarak düşünülmüştür. Sonra da “Ey ölüm beni koru!” der. İnsanı ölümden koruyan tek unsur sâdece ölümdür; yâni eceldir. Burada sonra da bahse konu edeceğimiz şâir Necip Fâzıl’dan da bir örnek sunalım: “Öleceğiz müjdeler olsun müjdeler olsun/// Ölümü de öldüren Rabb’e secdeler olsun.
Ba’s ü ba’de’l-mevte (ölümden sonra dirilme) ile ölümü tekrar hayâta çeviren Allâh ölümü hayatla öldürmektedir. Muhyî ve mümît olan Cenâb-ı zül-celâl ve tekaddes hazretleri ölümden sonra ebedî hayatla ölümü yok etmektedir. Necip Fâzıl, Rabb’imize “vescüd vakterib” (secde edin yaklaşın) ve “vescudû va‘vudû” (secde edin kulluk edin) âyetlerini düstur edinmiştir. Onun için ölümü öldüren Rabb’e secdeler ediyor.
Himmetgil (Emin) bir şiirinde bunu şöyle dile getirmiş: “İhtiyârınla iç fenâ şerbetin lezîzdir/// Me’vâya şitâb eden Hak indinde azizdir.” (Ölüm şerbetini isteyerek iç, zîrâ Allâh katında sığınılacak yere (ona) koşan yücedir.)
Mefhumlar (kavramlar) hem fehmettirir hem vehme salar (Yâni hem düşündürür hem de evham yaptırır.)
Meselâ tabutu gören insan hemen ölümü düşünür. Hâlbuki o desenlenmiş birkaç tahtadan ibârettir. Bir beyit bunu ne güzel açıklar: “Tâbut da ağaçtır amma heybeti vardır/// Yâkut da taştır amma kıymeti vardır.”
Hâmid bunu daha da güzel tezatlarla açıklamıştır: “/// Tâbût o rehnümâ-yı makber/// Tâbût o heykel-i mükedder/// Tâbût o hatîb-i sumn u ebkem /// Tâbût o bürûdet-i mücessem” (Tâbut, kabrin yol göstericisi, keder ve üzüntü heykeli, dilsiz ve sağır bir hatip, şekil almış bir soğukluktur.)
Ölüm kavramını bu kadar güzel kim özetleyebilir. Özellikle sağır ve dilsiz hatip tezâdı gerçekten muhteşemdir.
Yine Abdülhak Hâmid “Makber”inde şöyle der:
“Makber sonudur dekaayıkın bu /// Bir sırr-ı garîbi Hâlık’ın bu /// Bir nur ki meyledince hâbe /// İnmekte şu bir yığın türâbe” (Makber, en ince mes’elelerin sonu ve Allâh’ın garip bir sırrıdır. Bir nur uykuya karışınca, bir yığın toprağa dönüverir.)
Yine ölüm için şöyle der:
“En yükseğidir şevâhıkın bu /// En müdhişidir hakaayıkın bu /// Bedbaht o hakîkat anlaşılmaz /// Şânın bu cihanda lâyıkın bu” (Bu zirvelerin en yükseğidir. Hakîkatlerin en dehşetlisidir. Ey bedbaht o hakîkat anlaşılmaz. Cihanda şânın da lâyıkın da budur.)
“Sen varken olur mu âhiret yok /// Yok şüphe ki sende mağfiret çok /// Duydum seni itiyor bu vicdân /// Bildim sana vâsıl oldu cânân /// Tekrâr buyur fakat hayâtın /// Can ver ona vermedinse dermân” (Sen varken âhirete yok denek mümkün mü? Şüphesiz sen çok bağışlayıcısın. Duydum ki bu vicdânım seni istiyor. Ama anladım ki sevgili sana ulaştı. Mâdemki ona derman vermedin, o zaman ona tekrar can ver.)
İşte Hâmid’in ölüm teessürü ile söylediği sözler hem tevekkül hem de isyan kokar. Tevekkül, neden ve niçinsiz kabûl ister. Sormak ve sorgulamak kulun haddi değildir. Bu iniş çıkışlar Hâmid’in bir bunalım içinde olduğunu gösterir.
Sevgili sana vâsıl oldu derken Hâmid zâten bir gerçeği vurguluyor. Ona hayâtını geri ver derken de bu hakîkati dile getiriyor. “Her nefis ölümü tadacaktır, sonra bize döndürüleceksiniz. (Fatma Hanım ölümü tattı ve Rabb’ine döndürüldü.) Zâten ölümden sonra ba’s ile tekrar canlar bedenlere iâde edilecek, ama bu dünyâda can iâdesi yok. O, âhiret mes’elesi. Mâdemki derman vermedin o hâlde onu tekrar dirilt diyor, Hâmid’de bu da bir gerçeğin ifâdesidir. “Hastalığımda bana şifâ veren odur. Öldüren de dirilten de odur.” (Şu‘arâ- 80 )
Yukarıda bahsi geçen bir diğer fantastik ölüm şâiri de Necip Fâzıl’dır. Onun da bu konuda düşündürücü mısrâları vardır:
“Ölüm güzel şey, budur perde arkasından haber /// Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber.” N. Fâzıl burada Hazret-i Peygamber’in de vefâtını hüccet gösterip ölümü mûnis olarak benimsetmeye çalışıyor.
Yine o ironik bir tarzda yorumladığı ölüm olayı için şöyle der:
“Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var /// Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var.”
Veyâ “Hayâtın dertlerle kederlerle geçse de son nokta olan ölümle gülümse” diyor.
“Kapı kapı bu yolun her kapısı ölümse /// Her kapıda ağlayıp son kapıda gülümse.”
Attığımız her adım bizi ölüme yaklaştırmaktadır. Bu hayat safhalarımız nasıl olsa geçecektir. Mesele ölüme gülerek gidebilmektir. Ölüm kapısında gülebilmek için dünyâda gülmekten çok ağlamak lâzımdır. “Öyleyse yaptıklarına karşılık az gülüp çok ağlasınlar. Artık irtikâb etmekte oldukları (günâhın cezâsı olarak).” Tevbe (Sûresi -82)
Câhit Sıtkı’da da ölüm teması oldukça ilgi çekicidir. Onda bir sûfînin ölüme bakışı değil, çâresizlik ve ümitsizlik vardır: Onun “Otuz beş Yaş” şiiri sembol şiirlerden biri hâlindedir. Ümitsizlik hoş bir tefekkürle perdelenmiştir. Cumhûriyet dönemi şâirleri ölümü bir âhiret başlangıcı olarak görmekten ziyâde, dünyadan kopmanın hayal kırıklığı boyutunda düşünmüşlerdir.
“Neylersin ölüm herkesin başında /// Uyudun uyanmadın olacak /// Kim bilir nerede kaç yaşında /// Bir namazlık saltanâtın olacak /// Taht misâli o musallâ taşında”
Câhit Sıtkı’nın Bâkî’nin şu mısraından etkilenmemiş olduğunu düşünmek beyhûdedir:
“Kadrini seng-i musallâda bilüp ey Bâkî /// Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf”
(Ey Bâkî! Sağken senin kıymetini bilmeyenler musallâdaki tâbûtunun önüne gelip saygıyla el bağlayacaklar.)
El bağlamak saygının en üst derecesidir. Musallâ saygı duyulan bir mekân parçası olduğu için Bâkî ile Tarancı’nın şiirinde mânâ kesişmesi açıktır.
Ziyâ Osman Sabâ da ölümü dile getiren şiirinde “Bir yanda ölmüşlerin bir yanda kalanların /// Âhiret dolsun içime kumruların “hû”sundan /// Diyeyim câmiin geçerken avlusundan /// Şu musallâ taşında bir namaz yatacağım /// Bu tâbutun içinde sır vermeden yatanlar /// Orda beyaz taşlarla yıllarca beni bekler /// Benim de gözlerime yakın olsun toprağım.”
Burada da musallâ aynı argüman olarak devâm ederken beyaz mezar taşları da figür olarak devreye girer.
Materyalizm, ateizm ölümü fizîkî bir son olarak görür. Onlar göre ölüm, yağmur yağması, gece gündüz, ısınma, soğuma gibi tabiat olaylarındandır. Tabîî ki ölümün bir yanı bu boyuttadır ama o sâdece bir fizîkî sonuç değil, mutlak dirilmeye başlangıçtır.
Nâzım Hikmet de ölüme fiziki bir meydan okur durumdadır. Onu yenmek mümkün değilse umut ile onu alt etmeliyiz düşüncesindedir:
“Düşmezse düşmesin yakamızdan ölüm /// Bizim de üstümüze güneş doğacak gülüm /// Gülüşüne bir kurşun sıksa da ölüm /// Unutma ki umuda kurşun işlemez.”
Ve makaleyi ölümü en mûnis gösteren Yahya Kemâl’in “Rindlerin Ölümü” şiirinden bir ümit sayhası ile sonlandıralım:
“Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış /// Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle /// Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış /// Eski Şîrâz’ı hayâl ettiren âhengiyle /// Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde /// Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter /// Ve serin serviler altında kalan kabrinde /// Her seher bir gül açar her gece bir bülbül öter.”
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…