İnkılap değil devrim

A -
A +
Kelimeleri, kavramları, istılâhları (terimleri) birbirine karıştırmamak lâzım. Hele eğer kelimeler sosyal olayları içine alıyorsa çok daha dikkatli olmak lâzımdır.
 
Zaman içinde yerleştirdiğimiz içi boş kavramlar ileride halk tarafından nasıl olsa benimsenir düşüncesi sosyolojiye ters düşer. Baskı altında düşünen fakat söyleyemeyen ağızlar bir gün mutlaka doğruları söylemeye başlar. Nâmık Kemâl’in şu beyti ne zaman söylendiği için değil, ne zamanlara hükmedeceği için çok güzeldir:
 
Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yı hüriyyet///// Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyyetten.”
(Âdâletsizlikle zulümle hürriyeti yok edebilir misin? Yapabiliyorsan çalış da insandan düşünceyi kaldır.)
 
Bütün sosyal köklü değişmeler öncesinde hürriyet mutlakâ askıya alınır. Çünkü bu yapılmadan halkın asırlar süren düşünce, gelenek, âdet, örf ve davranışlarını değiştirmeniz mümkün değildir. Milletlerin çoğunda yaşanan ihtilâl, inkılâp veyâ darbeler kanlı sahnelere, îdâm sehpâlarına, giyotinlere, kılıçla kelle uçurmalara, kement atmalara sahne olmuştur. Giden canlara muârızlar alkış tutarken muhâfazakârlar mâtemler tutmuşlar, açıktan bile ağlayamamışlar, târîhin ilerideki âdil şâhitliğine güvenmişlerdir. Bu manzaralara târih doyasıya şâhit olmuştur.
 
Yanardağ indifâ ederken (patlarken) yaklaşanı da yakar. Faâliyeti bitince gidip tespitler yapılır. Darbeler, inkılâplar, ihtilâller, devrimler, adına ne derseniz deyin işte aynen böyledir. Aktif hâlde ne tespit ne de tenkit yapılır... Kelleni kurtarmak istersen sin ve bekle. Kurulan ihtilâl mahkemelerinde hak aramak beyhûde bir çabadır. Hükmü önceden verilmiş Fikret’in deyimiyle “hâile- pîrâlar” (trajediler) önceden yazılmış senaryolarının sahneye konan mekânlarıdır. Yassıada Mahkemeleri’nin hâkimi S.B “Sizi buraya dıhan (tıkan) kuvvet böyle istiyor!” sözü târîhe şâhitlik etmiş bütün anti-demokratik uygulamaların manifestosu gibidir.
 
Devrim, darbe ve ihtilâllerde toplumun yeni kurallara uyum süreci hiç nazar-ı itibâra alınmaz. Kurallar dikte edilir ve kolluk kuvvetleriyle uygulanır. Psikolojik uyum süreci devrim kuralları için geçerli değildir. İnfazlar genelde açık alanlarda yapılır; amacı halka gözdağı vermektir. Bunun için psikolojik baskıların en dehşetli olan toplu darağacı infazları yaygınlaştırılır. Hâkim ve savcı kadroları konseyler tarafından seçilir. Üst yargı yolları zâten kapalıdır. Çoğu milletin hâfızalarının kara kutularında bu acılar vardır. “Bunlar eskidendi, bugün artık olmaz” denilen nice ülkelerde nice yeni zulümler devreye girmiştir. İnsan kin yumağı hâline gelince zulümde sınır tanımaz ve sadist duygularını tatmîn eden vahşî bir kisveye bürünür.
Bizim ülkemizin târîhinde de ihtilâller, inkılâplar veyâ adına ne derseniz deyin halka rağmen anti-demokratik uygulamalar olmuştur. İzleri hâlâ silinmeyen bu olayların târîhi bile gerçeğe uygun olarak yeni yeni yazılmaya başlamıştır. Flu görüntülü belgeler sisli perdeler arasından yeni yeni aydınlanmaya başlamıştır. “Bir karn (yüzyıl) geçmeden gerçek târîhe ulaşmak biraz zordur” fehvâsınca (anlam) bizde de bu gerçeklere ancak bu kadar zaman bekleyerek bâzılarına ulaşılabilinmiştir.
 
İnkılâplar altyapıları hazırlanmadan uygulanamazlar. Biz de de Harf İnkılâbı böyle oldu. Münif Paşa, 11 Mayıs 1862’de verdiği bir konferansta alfabenin değişmesi değil, düzenlenmesi konusuna temâs etmişti. Onun en mühim isteği Elifbâ’nın ayrı harflerle yazılması konusu idi.

HARF DEVRİMİ’NE DOĞRU

Münif Paşa’nın isteği bir devrim değil bir inkılâptı. Yâni aynı harflerde düzenlemeler yapmak, okuyuş ve yazmayı kolaylaştırmaktı.
 
İkinci büyük teşebbüs Âzerbaycânlı muharrir Ahundzâde Mirzâ Fethali’nin hazırladığı “Harflerin Islâhı” adlı çalışmadır ki o da aynı Elifba üzerinde birtakım ıslâh çalışmaları yapmaktan ibâretti.
 
Hazırladığı ıslâh lâyihasını 1863’te Sadrıa’zam Keçecizâde Fuâd Paşa’ya vermiştir.  O da bu tasarıyı “Cem’iyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye”ye göndermişti. Fakat bu tasarı çok ilgi çekici bir gerekçe ile kabûl edilmemiştir. Gerekçe şu idi: Eski âsâr-ı Osmâniyyenin nisyânına müeddî” (Eski Osmanlı eserlerinin unutulmasına sebep olacağı) için bu islâtın kabûlü mümkün görünmemiştir. Gerçi bu kabulsüzlükte büyük bir eksiklik de vardır: Unutulacak olan sâde Osmanlı eserleri değil, Karahanlı, Harezmli, Kıpçaklı, Selçuklu eserleri dışında birçok ulemânın İstanbul’un ve Anadolu’nun birçok kütüphânelerindeki binlerce Arapça ve Farsça yazma eserlerin de tozlu raflara kalkması demekti.
 
Aslına bakarsanız Mirzâ Fethali’ninki de bir islâh çalışması idi. Yâni bu ilk tasarıda harfleri tamâmen kaldırıp Lâtin Harflerine geçiş mevzûu yoktu. Fakat aynı Mirzâ Fethali ikinci bir lâyihayı bu sefer Âlî Paşa’ya gönderiyordu. Bu seferki daha cür’etli bir tavırdı ve Lâtin Alfabesi teklîfi gündeme geliyordu. Bu konuda bugünküne benzer bir de alfabe hazırlamıştı Mirzâ Fethali.
 
Bir def’a kapı aralanıp mes’ele gündeme geldiyse onun ilerlemesi daha süratli olur. Nitekim bu konuda II.
 
Abdülhamîd zamânında Hüseyin Câhid (Yalçın)Kılıçzâde HakkıCelâl Nûrî (İleri) gibi yazar ve düşünürler Lâtin Harfleri’ne dayanan bir alfabenin kabûlü hakkında yayınlarda bulunmuşlardır. Hattâ Celâl Nûrî “Mukadderât-ı Târîhiyye” adlı kitâbında 1913 yılında “O devre göre bunları yazmak büyük medenî bir cesâretti” diye belirtir. (M. Şâkir Ülkütaşır, Harf İnkılâbı ve Atatürk, Türk Kültürü, TKAE, 1969-1970, Sayı: 85-96,  s.84-85, Ankara)
Elifbânın düzenlenmesi konusu Enver Paşa tarafından da gündeme getirilmiş hattâ ordu mensuplarına tatbîk etmek istediği “Hatt-i Cerdîd” (Yeni Yazı) da kabûl görmemiştir.
 
Yine hemen şuraya bir açıklama getirelim: Ali Suâvî Paris’te 1869’da neşretmekte olduğu “Ulûm” gazetesine “Lisân ve Hatt-ı Türkî” başlıklı bir makâle yazmış (c.1 s.214) ve bu makâlesinde özetle: Arap yazısının iyi olmakla birlikte kusurları bulunduğunu, islâh edilmeye muhtâc olduğunu kaydetmiş fakat elifbânın değiştirilmesine taraftâr olmadığını da açıklamıştır. Bizi şaşırtan hususlardan birisi de budur: Ali Suâvî bunların içinde gerçek bir ihtilâlcıdır. Çırağan Vakası’nda öldürülmüştür. Buna rağmen bu şahsın elifbânın değiştirilmesine karşı çıkması da oldukça mânîdârdır.
 
Celâl Nûrî’nin bu konudaki sözleri çok haddi aşan sözlerdir. Ne diyor Celâl Nûrî: “Sâir eserlerimde de söylediğim gibi burada da tekrâr ederim. Hurûfâtımız yâni Arap harfleri berbattır. Bu harflerle bir işimizi göremeyiz. Bunlar nâkâfîdir (yetersiz). Anın için boş hurûf ıslâh gibi vâhî (boş) tedbirlere mürâcaat edeceğimize bir saat evvel kemâl-i cesâretle (üstün bir cesurluk) Lâtin Harfleri’ni kabûl etmeliyiz. Lâtin hurûfu hem pek tabîî hem de Türkçe lisânının tahrîrine (yazma) pek müsâittir. Bu harflerin kabûl edilmemesi için serd olunabilecek (ileri sürülecek) veyâ olunan i’tirâzât o kadar âdîdir ki münâkaşasına bile tenezzül etmeyiz.” (Celâl Nûrî, agm, Harf İnkılâbı, s.85)
 
Celâl Nûrî, pozitivist eserleri aktarması ve din ile ilgili yazılarından dolayı bir hayli tenkît almıştır. Ziyâ Gökalp, Ahmed Ağaoğlu ve Ali Kemâl’le tartışmalarında bir hayli sıkıntı da yaşamıştır. Yurt dışına en çok giden yazar olan Celâl Nûrî bu yüzden Lâtin alfabesine bir hayli âşinadır. Özellikle Fransızca eserlerini hep Lâtince yazdığı için bu konuda çok pervâsızdır.
 
Harf İnkılâbı’na (Harf Devrimi) geçilmeden evvel 1928 Mayıs’ında Büyük Millet Meclisi “Beynelmilel Rakamın Kullanılması” hakkındaki kânunu kabûl etti ve 1 Haziran’dan itibâren Türkiye’de milletlerarası rakamlar kullanılmaya başladı. Buradaki ifâdede her ne kadar “milletlerarası” ifâdesi varsa da bu rakamları kullanmayan bir hayli devlet de vardır. Meselâ İsrâil’de rakamlar birtakım harflerle ifâde edilir. Çin matematiğinde sıfır kavramı yoktur ve 10, 100, 1000 gibi sayılar farklı kavramlarla ifâde edilir.
 
Yâni yukarıda belirtilen ifâdenin içeriğinde eksiklik vardır. Bu rakamlar beynelmilel (uluslararası) değildir.

Alfabeler hep millî midir?

Yapılan incelemelerde de bunun böyle olmadığı ortaya çıkmıştır. Dillerin bile girişken olduğu dünyâda kesin bir alfabe millîliğinden söz etmek bilimsel bir yaklaşım değildir.
 
İlk alfabe nereden çıktı? Daha doğrusu ilk yazıyı hangi kavim kullandı gibi sorular yüzyıllardır sorulagelmektedir…
 
İlk yazıyı bulan -kayıtlara göre- Uruk devrinde Sümerlerdir. MÖ 3500 yılında Sümer râhipleri tapınak ve depolardaki malların kayıtlarını tutmak üzere ince uçlarla yazdıkları yazıya “Çivi Yazısı” denmiştir. Burada ilgi çeken nokta bu yazıyı niçin râhiplerin yazdığıdır.
 
Gerçekten ilk yazıyı Sümerler mi buldu? Veyâ ondan evvel başka kavimlerde de yazı var mıydı? Evvelâ şunu açıkça bilmek ve bir Müslümân olarak inanmak lâzım ki: Allâhü teâlâ peygamberlerine önce suhuf (forma) (yazılı belge) sonra da kitaplar gönderdi. Bunlar evvelâ 10 suhuf Hazret-i Âdem’e, 50 sahîfe Şit aleyhisselâma, 30 sahîfe İdris aleyhisselâma ve 10 sahîfe de İbrâhim aleyhisselâma gönderdi.  Yani Kelâmullâh’dan evvel 100 suhuf geldi.
 
Suhuf denen şey gökten sayfa olarak gelmedi. Bunlar Cebrâîl aleyhisselâm tarafından Peygamberân-ı ızâm hazerâtına bildirilen mesajlar yâni vahiylerdi. Sonra da tedvîn edildi (kitap hâline getirildi). Yâni Hazret-i Âdem devrinde ilk vahiy kaleme alındı.
Alak Sûre-i celîlesi 4. âyette Rabb’imiz “O ki kalemle öğretti” (Elhatta bi’l-kalem) kalemle yazmayı öğretti, bu şekilde okunmuştur. Bu da ilimleri kalemle kayıt altına almak ve onu uzaktakilere öğretmek içindir.  (Beydâvî Tefsîri, Tercüme Doç. Dr. Abdülvehhâb Öztürk, Kahraman Yay. İst. 2013 s.533)
 
Burada da net bir şekilde görülüyor ki kalemle yazmayı ilk insan Hazret-i Âdem’e öğreten Rabb’imiz, ilâhî vahiyleri bu şekilde teblîğ ettirmiştir. Âmentü’ye inanan “ve kütübihî” yâni Rabb’imizin peygamberlere gönderdiği kitaplara inananlar ilk yazının da Hazret-i Âdem devrinde yazıldığına da inanmalıdır. Zâten Sümerlerin yaşadığı bölge ve temâs alanları Mezopotamya, Elâm, Sâmî ve Mısırlılarla olan münâsebetleri de onların en az İdrîs aleyhisselâm dönemi yazılarını görmüş olmaları ve Peygamberlerden fennî ilimleri öğrenmiş oldukları anlaşılmaktadır. Filozoflar da görüşlerini peygamberlerin fikirlerinden faydalanarak geliştirdiler. Yoksa bu kozmik hakikatlerin sırlarına akılla ulaşmaları aslâ mümkün olamazdı.

BÂRİ MİLLÎ Mİ OLSAYDI?

Osmanlı-Türk alfabesini atınca “Bâri Göktürk alfabesini alsaydık?” diyenlere de bu işin pek de mümkün olmadığını açıklamaya çalıştık; biraz daha açalım: Târîhin ilk dönemlerden beri bir millî alfabe uygulaması olmamıştır. Zâten açıkladığımız gibi ilk alfabe de Rabb’imizin ilk peygamber Hazret-i Âdem’e öğrettiği ilâhî alfabedir. Ondan sonraki alfabeler ise tahminen ve tahkîken şöyle gelişmiştir:
İsrâîl alfabesi: En eski ve millî olduğu kabûl edilen İsrâîl alfabesi millî midir? İbrânî Alfabesi, Sâmî dilleri grubuna bağlı ve İsrâîl’in resmî dili olan İbrânîce’nin Aşkenaz Yahûdîlerinin konuştuğu bir Germen dili olan Lâdino olup diğer Yahûdî dillerinin yazımında kullanılan Ârâmî Alfabesi kökenli bir yazı sistemini târih olarak Paleo İbrânî diye bilinen Fenike alfabesi, Yahûdî metinlerinde kullanılmış ve ana yazıyı oluşturmuştur.  Ancak bu yazının kullanımı MÖ 6.yy civârında Bâbil sürgünü döneminde kalmış ve Âsur kökenli Ârâmî alfabesi kullanılmaya başlamıştır. Modern İbrânî alfabesi Ârâmî alfabesinden türemiş olmakla birlikte Sâmî Alfabesi hâlâ eski alfabeden evrilmiş bir yazı sistemi kullanmaktadır. İsrâîl alfabesi alef (elif), bet (be) dalet (dâl) he, vav, zayn (z), tet (t) kaf, lâmed (l), mem (m), nun (n), sameh (s), ayn (ayın), reş (r), şın (ş), tav (kalın t yâni tı) kullanılmaktadır.
 
Şimdi buradan şunu çıkarabiliriz: Ârâmî, İbrânî; Fenike alfabelerinde diğer dünyâ alfabelerinde de göstereceğimiz gibi elif-ba ve diğer harflerin ilâhî alfabe kaynaklı olduğunu gösteriyor. Bunlar ancak MÖ 3500’e kadar gidebiliyorlar; daha ileri gidilebilirse ve bir gün bulunabilirse ilâhî suhuf veyâ kitaplarının da aynı harflerin veyâ benzerlerinin oldukları görülecektir.
 
Yunan Alfabesi: Aslen Fenike Alfabesi’nden türetilmiştir. (İsrâîl alfabesi gibi, yâni İlâhî Kütüb Alfabesi gibi). MÖ 9. yy sonlarında ya da MÖ 8. yy başlarında kullanılmaya başlamıştır.
 
MÖ 9. yy sonlarında veyâ MÖ. 8. yy başlarında Yunan Alfabesi ortaya çıkmıştır. İki yazı arası “Karanlık Çağ” olarak bilinir. Karanlık Çağ’ın bitiminde Fenike Alfabesi 5 sesli harf eklenerek kullanılmaya başlamıştır. Kiril ve Lâtin Alfabesi’nin menşei de buraya dayanır. Bunlar da alfa-beta (alfabe) gama (gayın) zeta (z) epsilon (e) kappa (kaf) lâmbda (lâm) mu (m) vb. harflerden oluşur. Görüldüğü gibi bu da köken olarak Fenike’ye kadar dayanıyor.
 
İngiliz Alfabesi: Bu alfabe klâsik Lâtin alfabesinden kaynaklanan çeşitli alfabelerde ortak olan temel harf grubu Lâtin alfabesine dayanmaktadır. (Köken Fenike’ye kadar gider) Oldukça yakın zaman olan 1835’e kadar alfabenin 27. Harfi “z”den hemen sonra vav işâretiydi. Eski İngiliz alfabesi 1011 yılında Byrthferth (9 ünsüz bir ünlü) adlı bir İngiliz tarafından kaydedilerek ve Lâtin alfabesinin 24 harfi ve eklemeleri ortaya çıkmıştır. A, B, C, D vb. aynı diğer elifba sistemindedir.
 
Buradan çıkarabileceğimiz sonuç şudur: Arap, Fars, Avrupa, kısmen Asya kıt’alarında kullanılan alfabelerin hemen hemen aynı kökten geldiği çok net anlaşılmaktadır.
 
Aslı İbrânî-Ârâmî-Fenike asıllı olan ve sonraki din kitaplarının alfabeleri olan harf sistemleri özellikle Avrupa kıt’asında kabûl edilmiştir. İşin aslı da budur. Ortak ve yakın Avrupa alfabeleri uyarlama olduğu ve asla millî olmadığı için okunmayan bir sürü harf veyâ kendilerinin hâlâ okumakta güçlük çektikleri ve resmi kurumlarda isim yazılırken sık sık tekrarlanan “heceler misin denmesi” de bu dillerin ve alfabelerinin uyarlama olduğunu göstermektedir.
 
Hulâsaten açıklıkla söyleyebiliriz ki biz İbrânî asıllı Arap-İslâm alfabesini kabûl ettiğimizde gecikmeli olarak en eski ve en yaygın alfabe sistemine dâhil olduk. Bu ilâhî kökenli alfabe bütün alfabelerin anası olurken biz onlardan ortak karakter kazanarak modern bir bileşke alfabesi olan Türk-Lâtin alfabesi’ne geçtik. Burada önemli olan kültürel verilerin gecikmeyle ancak 10. yy.da yazıya geçirebildiğimiz muazzam kültürü transkripsiyonla (harflerin okunma işâretleri) yazarak belki ancak yüzeysel bir aktarım yapılabilir. Bu da ancak çok bilimsel bir teknik istediği için çok zordur.
 
Kısaca neden Lâtin alfabesine geçtik? sorusunu daha ileride çarpıcı delillerle açıklamaya çalışacağız.
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.