Artık hayallerde yaşamayı bırakmam lazımdı...

A -
A +

Hayallerde yaşamayı bırakmam lazım. İş işten geçmeden hakikate dönmeliyim. Etrafıma bakıyorum yeniden.

 

 

 

Ey Ay! Her şey bana başka görünüyor, size öyle değil mi? Demin birer hayalet gibi görünen kuşburnulara, meyve ağaçlarına hatta korkunç uçurumlara bakın, nasıl insanı çeken bir yüz almışlar. Ürkmek şöyle dursun, gezmek, meyvelerinden toplamak istiyorum. İç âlemime doğru yaptığım her seyahatin, muhayyilemi dolduran harikalardan birini göstereceğini zannediyorum. Aşağıya doğru tatlı bir süzülüşle kayarken tesadüf edeceğim şekilsiz ve yumuşak mahlûkları, yeni doğmuş bir kuzuya dokunur gibi, ihtimamla okşayacağım, irili ufaklı mahlûkatla göz göze gelip gülüşeceğimizi ve üzerine bastığım taş ve kumları mücevher gibi avuçlarımda tutacağımı biliyorum.

 

Niçin bu sözlerime gülmüyorsun?

 

 

 

Üzüm gelir, nar gelir,

 

Sanma bir gün yâr gelir,

 

Diyeceğim çok ama,

 

Demek bana ar gelir!

 

 

 

Kul hakkından hiç korkmuyor musun? Masum omuzları üzerinde benimki kadar hummalı bir başı taşıyan insanlardan zarar gelmeyeceğini bilmeyen yok… Düşünen tefekkür eden insanlar bu fâni âlemin en faydalı ve en iyi mahlûkları değiller mi?

 

Ben de neler düşünüp neler yazıyorum. Artık sadede gelelim...

 

Hayallerde yaşamayı bırakmam lazım. İş işten geçmeden hakikate dönmeliyim. Etrafıma bakıyorum yeniden. Her şey nasıl da birbiri içinde erimiş gibi. Şu anda, biraz sonra içinde yaşayacağım şehri diğerlerinden ayırmak mümkün mü? Parmakların ele bitiştiği gibi bu yumuşak geceye yapışmamış mı?

 

Erzurum’a nispeten fakir ve cılız ışıklar görüyordum. Cılız da olsalar bu nurlu noktalardan gökyüzüne doğru âdeta aydınlık bir sis yükseliyor. Asıl rengini belli etmeyen vadinin içini kocaman bir ateşböceği yığınına benzetiyordum çocuk aklımla. Şehir, hepten büyümüştü gözümde. Kulaklarımı, muazzam bir fabrikanın uzaktan gelen gürültüsüne benzeyen uğultular dolduruyordu. Vadi boyunca uzanan Harşit Çayı'nı bir bilezik gibi kavrayan köprüler ve etrafındaki bahçeler usta bir ressam tarafından çizilmiş sonbaharda gece tablosu gibiydi. Her şey muntazam ve bir o kadar da gözüme hoş görünüyordu. Öğretmen namzedi Erzurumlu talebelerin neredeyse tamamı hayretler içindeydik. Camlarından ışıklar süzülen küçük evlerin ve sokak lambalarının soluk ferleri, gittikçe koyulaşan karanlığa direniyor; gördüğüm her şeyi birbirine uydurmaya, birbirinin içinde eritmeye çalışıyordu.

 

Yorgunluktan mı, yoksa ilk defa gördüğümüz insanlardan, manzara ve şehirden mi ne susuyorduk. Böyle bir gecenin ancak bir defa yaşanabileceğini sezmiş gibiydik.

 

Anadolu’nun en kadim şehirlerinden birisi olan Gümüşhane, asırların birikimiyle oluşan tarihî ve coğrafi zenginliğe sahipti. Selçukludan Osmanlıya ve Cumhuriyet’e uzanan medeniyet yolculuğunda, hem devletimizin en mühim şehirlerinden birisi hem de bu topraklarda yaşayan insanlarımızın müreffeh ve huzurlu bir hayat sürmelerinin mekânı olmuştu hep.

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.