"Beni niçin çekip getirdin buraya? Hadi anlat!.."

A -
A +
"Dikkat et o da hoca, medresede talebe yetiştiriyor, doğru bildiğinden şaşmıyor! İncelik burada saklı."
 
Lütfü Hoca:
- Çok hislendim Vuslat Bey! Gözlerim doldu. Müslümanlar çok eziyet çekmişler çook! Ama bunun benim ayrılışımla ne alakası var?
- Dikkat et o da hoca, medresede talebe yetiştiriyor, doğru bildiğinden şaşmıyor! İncelik burada saklı. Neyse, sen beni niçin çekip getirdin buraya? Hadi anlat da bilelim.
- Camilere kadro verilecekmiş. Ona geçebilmem için diploma şartı varmış. Benim de yok.
- Okuma yazman var mı?
- Askerde öğrendim.
- Tamam o zaman! Sen diplomanı cebinde bil!
- Nasıl?
- Benim nişanlım İnönü Mektebinin müdiresi. Siz de orada imtihan olacaksınız zaten.
- Hiç bilmiyorum! Nerede nasıl, ne yapacağımı!
- Gel benimle. Ha önce şu otelden ismini sildirelim. Eve gideriz. Akşam bir Mevlid okursun babamın ruhuna; anacığımı memnun eder, sevindiririz. Sonra zaten bırakmaz bizde kalırsın. Yarın Faik Çavuşla gönderirim işi hâlledersiniz. Tamam mı?
- Hepsi tamam da... sizde kalmaya, yük olmaya…
- Dünyada olmaz! Anacığım bırakmaz. Boşuna otelin yatağını dolu göstermeyelim. Sonra Ali Beye de borçlanmayalım.
Dedikleri gibi yaptılar. Akşam Vuslat Beyin evi bayram yerine dönmüştü. Konu komşu da çağrılmıştı. Kendiliğinden çözülen problemini unutan Lütfü Hoca, âdeta coşmuştu. Yanık ses ve İstanbul ağzıyla okunan Mevlid-i şerif ve aşırlar tam bir manevi ziyafet olmuştu oradakilere.
İnsanları sevindirmek, dinimizin en yüce emirlerinden biridir. Bir mümin, bir mümini sevindirse, o anda cenab-ı Hak bir melek yaratır. O melek mezarda o zâtı bekler ve kabre girince bu zat, “Kimsin?” der. O da der ki, “Sen dünyadayken falan mümini ferahlandırmıştın, Allahü teâlâ o anda beni yarattı, o günden beri seni bekliyorum, senin için istiğfar ediyorum…”
Dolayısıyla dinimizin temeli, insanları sevindirmektir. Küfürden sonra en büyük günah da kalb kırmaktır. Dinimizde dil âfetlerinin günahı çoktur. Bütün âzâlar dile yalvarırmış, “Ne olur bizi yakma, senin söyleyeceğin bir kelime bizi yakabilir!” diye yalvarırlarmış. İmam-ı Azam hazretleri, rahmetullahi aleyh, yüzüğüne; “Ya hayır söyle ya sus!” yazdırmış, onu imza yerine mühür olarak kullanırmış.
İkramlar yapıldı, geç saatlere kadar sualler soruldu, sohbetler edildi.
Ertesi günü Faik Çavuş bir faytonla geldi. Bindikleri gibi iki çocukluk arkadaşı ve aynı zamanda sütkardeşi doğru imtihan olunacak mektebe… Her şey tereyağından kıl çeker gibi halloldu. “İşi mübarek hocasına havale etmemin bereketi…” diyordu Lütfü Hoca. O sırrı ondan başka bilen olmayacaktı.
 
Öyle bir yoldur ki olmaz suali,
Bu aşka düşenin kalmaz mecali.
Havalara uçar buhar misali,
Bu hayatın yolu sır ile dolu!
 
Bu yolun başında Muhammed Nebi,
Cemali nurdandır bir güneş gibi.
Her yolcu burada alır nasibi.
Bu seferin sonu sır ile dolu!
 
Bu yolun menzili, git der Rahmana.
İnsanı daldırır bahr-i ummana.
Kim dur diyebilir akan zamana?
Bu zamanın hepsi sır ile dolu!
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.