Ben bakmaya korkuyorum, o tehlike sınırında cambazlık yapıyor! Doğrusu bu ve bunun gibi insanları anlayamıyorum…
Nehrin kıyısına yakın otlaklarda hayvanları için ağıl yapanlar burada gençleri bırakıyorlardı. Onlar için, gürültüden uzakta sessizliğin tadını çıkarmak ve geceleri zifirî karanlıkta ışıl ışıl gökyüzünü seyretmek, hayatlarında unutamayacakları bir tecrübe oluyor, huzur buluyor, etrafındakilere de mutlaka huzur dağıtıyorlardı.
Al işte! Gözlerimin önünde, benim gibi çulsuz fakirin biri çıkmış kerpiç evinin damına, neredeyse düşecek, iyice kenara yanaşmış, altındaki boşluğu zerre mesele etmeden kafası yukarılarda dolaşıp duruyor. Hayatla arasındaki tek bağ, bastığı yerin şimdilik çürük olmaması. "Ya bir sakata gelirse!" diye ödüm kopuyor! O kadar da lakaytlık olunmaz ki! Allah muhafaza, ayağı bir kaysa ya da herhangi şeye takılsa?... Hemen oracıkta "Güm!" diye gitti demek! Ama adamın şu yüzüne bir bakın: Ne kadar da sakin; en ufak bir tereddüt, zerre tedirginlik izi yok! Düşüp ölme korkusunun hiçbir işareti okunmuyor çehresinde! Ben… Ben bile bulunduğum yerden bakmaya korkuyorum, o tehlike sınırında cambazlık yapıyor! Doğrusu bu ve bunun gibi insanları anlayamıyorum… Galiba anlamadan da göçüp gideceğim bu fâni dünyadan.
Hayat, bu kadar mı hafife alınabilir? Hakikaten ömür bu kadar ucuz mu? Bu kadar boş vermişlik olacak şey mi?
Bunları gördükçe çocukluğumu, medrese senelerimi hatırlardım. Yine öyle oldu.
Medresemizin tam karşısındaki ev olduğundan sık sık görürdüm onu; ölüm korkusu istediği kadar nasırlaşmış olsun, istediği kadar hissizleşsin, hele o damdan kazara düşsün bir bak, hele bir ölüme doğru şimşek hızıyla giderken o zaman anlayıverir, buluverir kendini, bak nasıl da değişecek işler!
Şu sönük gözleri nasıl da yuvalarından fırlayıp ateşler saçacak! Şu ruhsuz suratına nasıl da kan can hücum edecek bir anda; kafasının içinde bak ne vurucu zelzeleler oluşacak! Adamı böyle görürdüm ve onun yerine kendimi koyar, kendi yerime onu… Kendi kendime “Sana ne!" der, yine de acayip şeyler de düşünürdüm!
Sık sık nefsimi sîgaya çekerdim:
Ey Behlül! Dünyan ters yüz olmuş, tıpkı bir kurumuş gazel gibi, süratle toprağa doğru düşüyorsun! Rüzgâr estiği tarafa doğru savuruyor, bir şey yapamıyorsun! Saçlarına aklar düşmüş, gözlerin çukura inmiş, dudak ve göz kenarlarına derin izler çizilmiş, hepten buruşmuş, ak teninde kalın mavi damarlar çıkmış, çok iyi bildiğin şeyler uçup gitmiş kafandan, kulağın var duymamaya başlamış, gözün bakar fakat tam göremez olmuş, sen hâlâ ne hesaplar peşindesin? Artık son demlerini yaşıyorsun, birkaç anlık zamanın var veya yok! Herhâlde mazin aklına gelince utanırsın.
Kendi nefsime dediklerim yetmezmiş gibi bir de Harun Reşid Sultan’ıma sayar dökerdim aklımdan geçenleri:
Eh Hükümdar! Ey Halife! Malın mülkün, paran pulun, makamın, mevkiin, yani dünyalık olarak neyin varsa, nasıl seçip almışsan gözünün yaşına bakmadan tek tek elinden çıkarılacak, gittikçe yalnızlaşacaksın.
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...