Kapısı açık ilk iş hanından içeri girdim...

A -
A +

Depo olarak kullandığımız odadan iki elime, iki su arıtma cihazı alarak yola çıkmıştım ama hesapta olmayan bir kaza yaşamıştım...

 

 

 

Bu arada radyo tiyatrolarına hazırlık da yapıyorduk. Yarınki SESLENDİRME yapacağımız senaryonun son şeklini vermiş, yeteri kadar da çoğaltmıştım. Harbiye’deki Aydonat Stüdyosu bulunduğumuz yere oldukça uzak ve kalabalık bir sanatçı grubuyla çalışacaktık. Kimler yoktu ki: Agâh Hün, Toron Karaca, Jeyan Mahfi Ayral Tüzün, Levent Dönmez, Hayri Küçükdeniz, Elif Baysal, Enver Seyidoğlu, Saadettin Erbil, Tuncay Halıcıoğlu, Devrim Parscan, Kerem Yılmazer, Zekâi Müftüoğlu... İsmini hatırlayamadığım daha niceleri?

 

Akla gelebilecek bütün hazırlıklarını yapmış olmanın rahatlığıyla depo olarak kullandığımız odadan iki elime, iki su arıtma cihazı alarak yola çıkmıştım ama hesapta olmayan bir kaza yaşamıştım...

 

"Bunda da bir hayır vardır!" diyerek, kapısı açık ilk iş hanından içeri girdim. Çeşitli matbaa makinalarının iki tarafta sağlı sollu sıralandığı koridorlardan hızla geçtim. Terden sırılsıklam olmuştum. Oyalanacak, kaybedecek vaktim yoktu.

 

Hiç tereddüt etmeden binanın beşinci katına çıktım. İyice yorulmuştum da. Işıkları yanan ve seslerin geldiği bir kapıyı açtım. Boya kokusuyla birlikte ahenkli makina tıkırtıları kulaklarımı tırmalıyordu. Kapının açılışından telaşlanan saçı sakalı birbirine karışmış, patlıcan burunlu, gözleri çalıştığı işin tesiriyle şişmiş, elmacık kemikleri akşam yorgunluğundan mı, yoksa beni karşısında görmesinden mi ne pembeleşmiş ustanın canı sıkıldı. Elimde su arıtma cihazları görmesinden iyice pirelenen adam var gücüyle;

 

"Def ol! Def olll!" diye bağırdı. 'Korkmadım' desem yalan söylemiş olurum. Fakat belli etmedim:

 

"Def olmayacağım! Geliyorum işte... Anladım burada bir problem var, mutlaka dinlemeliyim" dedim, selâm verdim gülerek:

 

- Usta, biliyor musun?

 

- Neyi?

 

- Biz böyle bir grup arkadaş, bütün iş yerlerini geziyoruz. Onların problemlerini yerinde dinliyoruz. Kapıyı açtığımda sizin de böyle gürleyerek beni kovmak istemenize şahit olunca; içimden, “tamam, tam yerine gelmişim, burada ciddi bir mesele var" dedim ve sizin kızmanıza aldırmadan içeri girdim, gördüğünüz gibi. Kusuruma bakmayın, bu size olan hürmetimizden, size yardımcı olmak isteğimizden dolayıdır. Yoksa, hiçe saymak mânâsında değildir. Ellerimdeki yüke bakma. Ben gazeteci, senarist, yönetmenim. İşte basın kartım, dedim.

 

Adamın o hırçınlığı biraz diner gibi oldu. Bunu fırsat bilerek:

 

- Buraya gelmek için acele ederken düştüm…

 

Avuç içlerimdeki kanı, pantolon dizlerimin ha koptu, ha kopacak kabilinden çürüklerini gösterdim. Acıdı hâlime:

 

- Çırak, tabureleri ve ecza çantasını ver, iki de çay yap… dedi.

 

- Bu hâlinle buraya kadar çıkmana şaşırdım… Acelen neydi be birader?

 

- O bir sır. Ben sana sorayım; tanımadığın bilmediğin biri kapından içeri giriyor “defol defol" diye bağırıyorsun! Ben, yağlı bir müşteri de olabilirdim. Bu kadar öfkelenmek, kızmak niye? Doğrusu pek tuhafıma gitti.

 

- Sorma! Ah ah! Yaralarımı deşme!

 

- Çok dertlisin!

 

- Hem de nasıl!

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.