Keskin bir parfüm kokusu dalga dalga yüzüme çarptı...

A -
A +

İçeriden sızan bol ışık gözlerimi kamaştırıp toprak karışımı bahar kokusu da her tarafı dolduruyor, bir hoş oluyordum.

 

 

 

Önce ses vermedim, sadece yüzlerine baktım “ne şartı” manasında.

 

- Ne bakıyorsun öyle Ragıp Bey?

 

- Söyleyin diyorum, ne şartı?

 

- !!!

 

Der demez kapı açıldı. Çaylar geldi. Tebessümü yüzünden eksik olmayan Yücel Çakmaklı Bey, Çetin Tunca’nın kulağına eğilip güya bana duyurmadan;

 

"Önce sen anlat. Ben sonra takviye ederim. O da zaten Abisine duyurur.”

 

“!!!"

 

“Tamam…" diyerek tasdik ederken hâlâ gülüşüyorlardı.

 

 

 

Görmek için göz ister,

 

Anlatmaya söz ister,

 

Hoca, küstürdün onu,

 

Barışmaya yüz ister.

 

 

 

İçeriden sızan bol ışık gözlerimi kamaştırıp toprak karışımı bahar kokusu da her tarafı dolduruyor, bir hoş oluyordum. Etraf derli toplu sayılırdı. Pencerelerden sarkan sabah kızılı güneş ışınları, deniz yosunu jaluzilerin arasından siyah deri koltukları yalayarak cam sehpanın iki başında kelebek kanatları gibi birleşiyor, hayali zor bir görünüm oluşturuyordu. Oturduğum yerin arka boşluğunu baştan başa dolduran kütüphane, masam ve sandalyeler uyum içindeydi. Duvarlar, bir baştan öbür başa yaptığımız filmlerin mühim sahnelerini gösteren tablolarla bezenmişti. Keskin bir parfüm kokusu dalga dalga yüzüme çarptı. Burnumu tutarak;

 

“Bu kokuyu çok mu aradınız beyler?” dedim ve gülüşmelere ben de iştirak ettim. Seyahat hazırlıklarının tamamlanmasından dolayı herkesin keyfi yerindeydi anlayacağınız.

 

Necdet Tok, köşedeki tek koltuğa oturmuş, gazete okuyordu. Sevdiği yönetmen ve kameramanı keyifli görünce neşesi daha da artmıştı. Hilâl kaşlarını kaldırdı.

 

- Sessiz, sakin beklerken ne güzel ettiniz de geldiniz canlarım! Fiskosu bırakın da şöyle yaklaşın.

 

- İsteseniz de, istemeseniz de geldik.

 

- Dost dostu istemez mi?

 

- !!!

 

Birer sandalye çekip karşımıza oturdular. Ben de merakla yanlarına geçtim:

 

- Ne var ne yok? Söyle bakalım yönetmenim!

 

- Çok şey var!

 

- Senin dilinin altında…

 

- Bakla makla yok!

 

- Ya ne?

 

Yücel Bey, şaşalar gibi yaptı. 'Azerbaycan'a gidiyoruz, yolculuğumuz var...' diyecek hâli yoktu ya... Onları biz ayarlayacak biletleri alınca da haber verecektik. Onun şaşkınlığının altında bir muziplik olduğu; Prof. Tevfik İsmailoğlu ile Azerbaycan'ın meşhur oyuncusu Rasim Baleyev'in içeri girmesiyle anlaşıldı. Hiç vakit kaybetmeden Yücel Bey ısrarla:

 

- Ragıp Bey, Senin şu Erzurum fıkralarını Azerbaycanlı kardeşlerimiz de çok merak ediyorlar…

 

- Hangisini? Sonra benim Erzurum fıkraları anlattığımı Azerbaycanlı arkadaşlar nereden biliyorlar ki?

 

- Sizin mühim hususiyetlerinizi sordular, benim de aklıma ilk gelen şey bize anlattıkların oldu. Okuma-yazma bilmeyen ‘Erzurumlu er' fıkrasını anlat lütfen!

 

- Sırası mı?

 

- Tam sırası…

 

- Sonra anlatsam olmaz mı? der demez Azerbaycanlı kardeşlerimiz ısrarla:

 

- Dünyada olmaz! Mutlaka şimdi anlatmalısın! Yoksa film-milm işini unut!

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.