Uyandığımda hâlâ o heyecan içindeydim. Kalbim yerinden kopacakmış gibi küt küt atıyordu. Kan-ter içinde kalmıştım.
Nihayet saatler su gibi aktı, geçti. Ne kadar tesirinde kalmışım ki akşam dönüşü servise binmedim o adamı bir daha görmemek, kinayeli sözlerini duymamak için. Kara, soğuğa aldırmadan yollara düştüm. Hem açık iş yerlerine uğrayıp gazete için abone çalışması yapıyor, hem de siparişler alıyordum. Nihayetinde Kargümrük’teki fakirhaneme geldim. Pek yorulmuş, fena hâlde de üşümüştüm. Daha mühimi; kalbim lime lime olmasına rağmen kimseyi incitmeden o günkü imtihandan muvaffakıyetle çıkmış olmamdı...
Sabretmenin bereketini içimde hissetmeme rağmen kafam hâlâ sebepsiz yere dinlediklerimle meşgul... Akşam yemeği hazırlanana kadar istirahat etmek üzere doğru yatak odasına geçtim, bir pelte gibi karyolanın üzerine uzandım. Maksadım yüzümdeki menfi izleri, ifadeleri hane halkına göstermemek...
İç âlemimdeki fırtınalarla boğuşuyorum! Evden çıkışım, yarım saatlik piyade yürüyüşüm ve serviste dinlediklerim... Hepsi de bütün canlılığıyla gözümün önündeydi.
Uyuyamıyordum. Nasıl olduysa bir an dalmışım...
Bütün hissiyatımla ayıktım, fakat hareket edemiyordum. Ya da bana öyle geliyordu.
Yattığım yerden baktım, ne göreyim; zamanımızın bir tanesi mübarek hocam, tebessüm ederek teşrif etmiyorlar mı? Tüylerim diken diken oldu. Ayağa kalkmak istiyorum, becerip kalkamıyorum. Kalbimin küt küt atışını duyuyorum. Yanıma kadar geldi ve ben hâlâ bir şey yapamıyordum. Zorlanıp ayağa kalkmak istiyorum ne mümkün, sanki üzerimde dağlar var, kıpırdayamıyorum. Daha yaklaştılar, hiç konuşmadan göğsümü açtılar. Ben de merakla bakıyordum. Üstten, tam ortadan yardılar, kan falan akmıyordu, balık içi gibiydi sanki. İnsanın korkacağı kötü bir görünüş yoktu. Mübarek ellerini o yarıktan soktular orta büyüklükte yarısı kızarmış bir elma çıkardılar. “Kalbim de elma şeklindeymiş” diye düşünürken, Onlar ellerindekini sıktılar sıktılar… Birkaç damla beyaz suyun yere damladığını gördüm. Sonra yerine koydular, mübarek elleriyle kapattılar.
Erzurum hanımlarının büründüğü ihramlardan bir ihram üzerime örtüp hiçbir kelâm etmeden uzaklaştılar.
Kendimi hane-i saadetin girişinde, sol taraftaki odanın kapı önünde buldum.
Uyandığımda hâlâ o heyecan içindeydim. Kalbim yerinden kopacakmış gibi küt küt atıyordu. Kan-ter içinde kalmıştım.
"Bu ne biçim rüyaydı Allah'ım" dedim.
Fakat öyle bir rahatlamış, öyle bir ferahlamıştım ki anlatmam mümkün değil...
Ondan sonra kim ne yaparsa yapsın asla ve asla sinirlenmedim, onlara şu veya bu şekilde cevap vermedim, münakaşa ve münazara hiç etmedim. Kimselerle herhangi bir yarışa girmedim. Her sabah işe giderken sol avucumun içine tükenmez kalemle kocaman bir "s" harfi çizdiğimi ise hiç ama hiç unutamıyorum. Dayanamayacağım hadiselerle karşılaşsam hemen avucumun içine bakıyordum. Bu bana; "sabret" demek manasına geliyordu. Karşılaştığım akılalmaz işlere karşı dayanma kuvveti veriyor, sabredebilmenin hazzını iliklerimde hissetmeme sebep oluyordu. Bir de kendi kendime verdiğim sözümü hatırlatıyor; "döneklik yapma" diye nefsimi disiplin altına alıyordu.
Biliyor musunuz; bu rüyanın tesiri hâlâ üzerimde... DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...