Kısa, açık ifadelerle diyeceğimi der, lafı eğmez, bükmezdim...

A -
A +

İnsanların problemlerini dinlemeyi, rıza-i ilahi için yardımcı olmayı ihmal etmezdim elimden geldiğince.

 

 

 

Keyfimi, az çalışıp çok kazanmayı, başkalarına hava atmayı, şımarıklığı, kavgayı, gürültüyü, haddini aşmayı, ukalâlığı, kendini beğenmişliği sevmedim, tabii böyle olanları da…

 

İnsanların problemlerini dinlemeyi, rıza-i ilahi için yardımcı olmayı ihmal etmezdim elimden geldiğince. Onların; "o çeliğe çifte su vermesini biliyor..." demeleri nefsimin hoşuna gidiyordu da... Uzun nasihatler değil, kısa, öz, açık ifadelerle diyeceğimi der, lafı eğmez, bükmezdim de. “Çeliğe su vermek” sanatının, yalnız ona has bir sırrı var. “Yanına rahat çıkılır, kimseyle çok konuşmaz, çalışmayı sever, evinden işine, işinden evine gider-gelir, fazla sağa-sola takılmaz, şu veya bu şekilde durumdan, kendine has faydalı iş çıkarır, meşgul olacak bir şeyler bulur…" diyerek tarif edildiğimi duymuş, iyi mi, kötü mü olduğuma karar verememiştim. Buna rağmen bunların hiçbirine aldırmaz, hak bildiğim yolumda inançla, kararlılıkla devam ederdim. Eş, dost, hısım, akraba ve aile efradımın memnuniyetini sık sık duyar... “Demek, lazım geleni yapıyorum, doğru yoldayım" diye düşünür, kendi kendimi teselli ederdim.

 

 

 

Yükü kervancı tutar,

 

Yolcuyu hancı tutar,

 

Mahir biri gelince,

 

Fâsığı sancı tutar.

 

 

 

Bu safhaya nasıl geldiğimizi bilmeyen kardeşlerime kısa bir malumat daha vermek istiyorum.

 

1983’te Millî Eğitim Müfettişliği eğitimi için gelmiştim İstanbul’a.

 

Yüksek tahsilimi bu metropolümüzde yapmış olmama rağmen yabancısı sayıyordum kendimi. Ev, iş dışında kahvehane, sokak hayatım hiç olmadığından mı ne, çevreyi tam tanımada problem yaşardım hep.

 

Müfettişlik eğitimi boyunca yeni mesleğimde hatırı sayılır biri olmak için derslere, araştırma ve incelemelere iyice yoğunlaşmıştım. Muvaffakiyetle bitirip diplomamı aldıktan sonra ilk işim, askerlik arkadaşım Merih Bey kardeşimi aramak oldu. Önce Fatih Kolejine gittim. Ayrıldığını söylediler. Eski mektup adreslerinden evine, oradan da Çapa Lisesine gittim, asker arkadaşımı buldum. Hoş beşten, Kıbrıs hatıralarıyla eski günleri yâd ettikten sonra; meşguliyetimi, ne yaptığımı sordu. Durumumu izah ettim. Ertesi günü Cağaloğlu’na davet etti. Resim, grafik işlerinden anladığımdan Türkiye Çocuk dergisinin genel yayın yönetmeni Avukat Rahim Abimizle tanıştırdı. Kırk yıllık ahbap gibi hızlı denilebilecek bir şekilde işe başladım. Fahri olarak dergiye resim ve vinyetler çizerek yardım ediyordum. Maksadım bu güzel yerde ve de “hakiki mümin" dediğim güzel insanlarla, temiz kardeşlerimle birlikte olmaktı.

 

Bu zamana kadar İlmihâl'i birkaç defa okumuş, hayatıma tatbik etmeye başlamıştım bile... Gözüm, gönlüm bu eserleri sevenlerle birlikte olmaktı. Bu hissiyat içerisinde pek hızlı başlamış olmalıyım ki diğer çalışanları rahatsız etmişim ya da bana öyle geliyordu. Onların tutum ve davranışlarından nem kapmaya başladım. Bu tür şeylerden mizacım gereği zaten hazzetmezdim...

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.