Cami estetiği

A -
A +

Yabancı misafir, kendisini konuk eden Türk'le yüksekçe bir yerde kahvelerini içip İstanbul'u seyrederken uzunca bir süre dalınca davet sahibi merak eder. Yabancı, muhteşem camilerimizi göstererek "bunlar kimin eseri? der. Vatandaşımız, biraz da iftihar eden bir edayla "bizim" diye cevap verir. Misafir "olamaz" der. Türk şaşkınlığa düşer. Diğerinin itirazı sağlamdır. "Bunları yapan insanlar, apartmanları göstererek, bunlarda yaşayamazlar". 100 Yıl. 500 Yıl. 1000 Yıl önce bu topraklarda eser veren dedelerimiz, ninelerimiz, san'atkârlarımız, mimarlarımız, ustalarımız çok daha kalitelilermiş. O itiraz bu gerçeği isbatlamakta. Turistin gitmediği yer şehir değil, olsa olsa "yerleşim alanı"dır. Şehir, seyyahın/turistin merak ederek dünyanın tâ öbür tarafından gelip gezdiği, dolaştığı, yemek yediği, oranın yerlileriyle birlikte havasını teneffüs ettiği yerdir. Onun için İstanbul sur içidir. Bunun gibi. Eser de varlığıyla gezgine/turiste merak mevzuu olan, araştırmacıya çalışma sahası teşkil eden varlıktır. Hiçbir apartman bu anlamda eser sayılamaz. Ama her Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Türkistan, Beylikler dönemi ve Devlet-i âli Osman verimleri eserdir. Emevi, Abbasi, Endülüs mahsulleri de eserdir. Bunlar, konak, çeşme, sebil, han, hamam, köprü, mescid, cami, camiî kebîr/ulu cami, bedesten, arasta, türbe, kabir taşı, hüsn-ü hat, levha, kitabe vs. ve vs'dir. Hiç birinde sakillik yoktur. Hiç birinde göze batan, zevke aykırı düşen, insanı rahatsız eden bir taraf görülmez. Avlu duvarı, şadırvan, kapı, pencere, mihrap, minber, kubbe, minare, minarede şerefe, külah, yükseklik, hatta avludak, ağaç, köprüde gözler, sebilde, motif, kitabe, mermer rengi, her şey ama her şey mevzundur/vezinli/ahenkli/uyumludur. Binalar ekseriya taştır. Bu taş yapılar, kışın sıcak yazın serindir. Demek istediğimizi bu yakınlarda vefat eden Vitali Hakko, çok ama çok veciz bir lisanla ifade etmişti. Dediği şu, modacılara sesleniyor "şayet, modada çığır açmak istiyorsanız ; baba annelerinizle anne annelerinizin çeyiz sandıklarına bakın". Onun İçin müzelerimiz fevkalade ehemmiyetli, Türk İslam Eserleri, Sadberk Hanım ve benzerleri. Mevzubahis kıstasın mücessem olarak hayata geçmesi İstanbulludadır. İstanbullu olmanın 3 şartı bulunuyor: İstanbullu zevki selim, hissi selim, aklı selim sahibidir. Kişiyi İstanbullu yapan muazzam bir medeniyet ve engin bir kültür aidiyetidir. İslam medeniyeti ve Türk kültürü. Mü'min, kaba softa ve ham yobaz olamaz. Bunu mâneviyat nakışını gönüllere işleyen büyük usta Abdülhakimi Arvasi Hazretleri söylemekteler. Mü'min, zevki selim sahibidir. İstanbulluda o zevki besleyen emsalsiz İslam medeniyetidir. Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- küçük yaşta hayata veda eden oğlu İbrahim toprağa verilmektedir. Bu hüzün ânında ibretlik iki vak'a yaşanır. Biri Son Peygamberin yanaklarına yaşlar süzüldüğünü gören eshabın "sen de mi ya resulallah" sualleri üzerine "unutmayın ki ben de bir babayım" buyurmaları diğeri de kabrin kusurlu kalmış bir yerini göstererek "orayı düzeltin" demeleri. Orayı düzeltin emri üzerine aziz sahabiler/can feda arkadaşlar öğrenmek için sorarlar "ya resulallah öyle kalmasının dinen bir mahzuru var mıdır?". Cevap, İslam medeniyetinin, kıyamete dek parlayacak estetik ölçüsüdür. "hayır, fakat gözü rahatsız etmekte". Bir kabirde bile aranan estetik ölçüsü. Çünkü o güzeller güzeli insan, her şeyleri, konuşmaları, gülmeleri, oturmaları, kalkmaları ve bütün hal hareket ve davranışlarıyla bediiyatın/estetiğin zirvesidirler. Bir yabancıya "o eserleri yapanlar bu binalarda yaşayamazlar" dedirten zevki selim sahipleri, nurlarını O'ndan ve O'nun kalbinden akıp gelen şehrayinden aldılar. Hat kopmadıysa da.. Akım çok zayıfladı. Onun için muhteşem ecdadın ahfadı bırakınız apartman ecüş bücüşlüğünü camilerde bile estetiğe kıydılar. Son 3 çeyrekte yapılan camilerde bir hususa sevinmekte diğerine hayıflanmaktayız. Sevindiğimiz, bu millet, mâbedlerini büyük yol güzergâhlarına yapmakta. Hem de onların en dikkat çeken tepelerine. Ne var ki mekânı iyi seçilmiş bu ibadethaneler, garip hallerdeler. Minare upuzun, kubbe kısacık. Mimari tuhaf, renk çok kere rahatsız edici. Kusur kimde? Ah kusur. Kusur yakın tarihin. Kur'an-ı kerim cüzlerinin toplanıp yırtıldığı zamanların mâbedleri ancak böyle olabilirdi. Ya sonrası? Ön teker nerden gittiyse arka teker onu takip etti. Cemaatten para toplayarak rica-minnetle yapılanlar işte ancak bu kadar olurdu. Onun için her şeye rağmen ufuklarımızı minaresiz, yollarımızı kubbesiz bırakmayan fedakâr dindarlardan Allah razı olsun diyoruz. Ancak bu hal estetik bozukluğu ortadan kaldırmaz. Hiçbir turist son 3 çeyrek asırda yapılan bir camiyi görmeye gelmez. Burada olsa gitmez. Merak celbetmeyen bina, eser değildir. Buradan şunu çıkartabiliriz. Son 3 çeyrek asırda ne mahalle kurabildik, ne eser verebildik. Yeni devir camilerinde estetik iyi değil. Meselenin son zamanlarda Ertuğrul Özkök gibi isimleri de rahatsız etmesini memnuniyetle karşılamaktayız. Aydınımızın bize dair olan her şeyle meşgul olması ülke adına kazançtır. Şu da bir tavır. "Sana ne! Müstesna eserler olsalardı gidip namaz mı kılacaktın?" Kaba softa ve ham yobazlık budur. Çünkü o camiler, herkesin. İslamiyet, kimsenin tekelinde değil. Bırakınız problemlerimizin bir ucundan tutanı omzundan iteklemeyi Fazıl Say gibi ağır kusur işleyenlere bile "nereye gidersen git. Sen gittikten sonra oturduğunuz yerlerde Kur'an kursları açıp ufacık çocukların başını bağlatacağız" demek dahi yanlıştır. O Kur'an bu inciticiliği emretmiyor. Sevgililer Sevgilisi böyle mi yaptı? O demiyor mu? "Korkutmayın ümitlendirin, nefret ettirmeyin sevdirin" diye. O'ndan uzağa düşmek estetikten de uzağa düşmektir, güzellikten.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.