Cumartesi günü Sütlüce Kültür Merkezi'nde bir toplantı vardı. Burası bittiğinde devâsâ bir külliye olacak. Haliç'i kirleten eski mezbaha, "Sütlüce Kültür Merkezi" adıyla hizmete girecek. Haşmetiyle daha şimdiden ziyaretçileri etkilemekte. Kocaman bir alana yayılmış tesise girerken eski bir tanıdıkla karşılaştık. Eli kalem tutan, bir kültür adamı, gazeteci. Henüz orta yaşlarda. Şimdilere ne iş yaptığını, nerelerde olduğunu sorduk. "Hiç, dedi, evde oturuyorum", birkaç saniye sonra dediğini düzeltme ihtiyacı duymuş olmalı ki bir meşhurdan bahisle hakkında kitap hazırladığını söyledi. Kendini meşgul ettiği belli. Merhum hakkında denilmedik, yazılmadık şey kalmadı ki. Bunun üzerine kara mizah devreye girdi "kabahat sende, önce solcu olup sonra dönseydin, bak şimdi nasıl kıymetliydin!". İçeri girdik. Hayli misafir var. Hayli kalabalık. Biraz sonra toplantı salonuna alındık. Saçı boyalı ve güz dönümüne girmiş ve gidecek yerleri de artık gittikçe azalan arabesk sanatçılar, makyajın yüzleriyle çekiştiği yaşlılığa direnen kadınlar, acaba bir iş koparabilir miyim kaygındaki yapımcılar, ön sıralardalar. Önce AK Parti İstanbul İl Başkanı Aziz Babuççu bir açış konuşması yaptı. Onun ardından İlber Ortaylı, kısa ama dolu dolu bir hitabetle İstanbul'da yaşamanın ne demek olduğunu izah etmeye çalıştı. Bilahare sinema yönetmeni Sinan Çetin, kürsüye davet edildi. Sinan Çetin, AK Parti'ye oy verdiğini açıklayınca sosyete çevrelerinde nasıl taşlandığını, kendi muhitlerinde bu fikriyata kültürden anlamaz nazarıyla bakıldığını fakat, tercihiyle ne kadar isabet kaydettiğini, bugün Türkiye'de sessiz bir devrimin yaşandığını dile getirdi. Onunki de kısa ve iyi bir konuşmaydı... Sonra Kürsüye İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş çıktı. Başkan, kendi döneminde İstanbul'a verdiği hizmetleri saydı. Büyük işler. Zengin çalışmalar. İftihar edilecek hamleler. Bir saat kadar konuştu. Eğer salon soğuk olmasaydı en az bir o kadar daha devam edebilirdi. Notlarının bir kısmını geçmek zorunda kaldı. Arada bir Sinan Çetin'in naklettiklerine atıfta bulundu. Belli ki ona denilenler, kendi yüzüne karşı da söylenmişti. Bir şeyler içine dert olmuştu. Onun için tiyatrolara sıkça temas etti. Açtıkları tiyatroları haber verdi. Re'sen açılmasına karar verdiği Dram Tiyatrosu gibi yerleri söyledi. Nice makbul hizmetler dileğiyle teşekkürler. Ancak... Üzerinde durulması gereken de işte bu noktada düğümleniyor. "Düğüm" diyoruz, çünkü ortada bir illet, bir problem var: Muhafazakâr kitlenin, bu dünyanın, bu kesimin yaşadığı kompleksi aşması lazım. Siz bir dünya görüşü olan insanlarsınız. Bir dünya görüşünüz var, iddialarınız mevcut. Fikirlerinizi, tezlerinizi, zevklerinizi sanat, kültür ve edebiyatla zamana nakşedecek, onları kalıcı kılacaksınız. Bir taraftan geçmişi yeniden ayağa kaldıracak, dünü bügüne taşıyacak, bir taraftan da bugünü yarına aktaracaksınız. Bunlar da şiirden mimariye kadar ilim, irfan, kültür, sanat ve edebiyatla mümkün olabilir. Yoksa üçüncü kişiler için maddeye ve mideye hizmet eder, her devrin adamlarını biraz daha semirtmiş olursunuz. Bu toprakların yerli değerlerine bağlı insanların sanattan veya kültürden yahut her ikisinden anlamadığını beyan etmek, cehaletini açığa vurmaktır. Bunları demek, divan şiirinden, hat sanatından, mimariden, on binlerce cild eserden habersiz olmak demektir. İbrahim Hakkıları, Aziz Mahmud Hüdayileri, Yunus Emreleri saymayacağız, sadece Cumhuriyet döneminden bazıları, Arif Nihat Asya'yı, Peyami Safa'yı, Yahya Kemal'i, S. Ahmet Arvasi'yi, Ahmet Kabaklı'yı, Yavuz Bülent Bakiler'i, Gürbüz Azak'ı, Tarık Buğra'yı, Bahattin Ögel'i, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nu, Erol Güngör'ü, Necip Fazıl'ı, Cemil Meriç'i, Hamid Aytaç'ı, Sezai Karakoç'u Alpaslan Babaoğlu'nu, Nurettin Topçu'yu, Fuat Başar'ı, Yılmaz Öztuna, Dündar Taşer, Fuat Köprülü, Ali Emiri Efendi, İbn'ül Emin Mahmud Kemal, Mehmet Kaplan'ı işitmediğini itiraf etmektir. Bizzat sultanları şair, hattat, güreşçi, mobilya ustası, hukukçu olan bir geleneğin devamı olan insanları bu şekilde değerlendirmek acınası bir haldir. Ama ne yazık ki bu topraklarla alakası kopmuş, yerlilik tarafı kalmamış kimseler ciddiye alınmakta, dolaylı veya dolaysız olarak onlara karşı bir şeyler isbata çalışılmakta. Son örnek, Fazıl Say'dır. Konuştu, ortalık karıştı. Sonuçta, hem şöhretini pekiştirdi ve hem de yüklüce siparişi aldı. Samimiyet onu emrederdi ki o kadar ağır bühtandan sonra bu iktidarın lütfu kabul edilmeye. Bunlar meselenin bir tarafı. İkinci ve belki de esas unsura gelince. Mevcut tiyatroları yenilemek, yeni görkemli tiyatrolar kurmak tamam da binadan evvel gelen zaruretler var, onun neresindesiniz? Tiyatro yazarlarınız nerede? Dünya çapında şairleriniz, romancılarınız, mütefekkirleriniz? O tiyatrolarda kimin, kimlerin eserleri sahnelenecek? Bakanlık bütçelerini hangi sinemacılara tahsis ediyorsunuz? Çankaya'ya veya Konuta'a veya bir bakanlığa veya TRT'ye veya Belediye Başkanlığına gelince kimler çevrenizde yer alıyor? Hep geçmiş sanatçılarımızla övündük. Hep tarihle iftihar ettik. Hep dünü tekrarladık. Çok hamasi kaldık, düşünceyi, sanatı, ilmi, irfanı, kültürü ihmal ettik. Birileri hep başkalarına hayran kaldılar. Onlara yakın olmayı şeref telakki ettiler. Birileri, çapsız, samimiyetsiz, riyakâr birileri her devrin adamı oldu. Doğru, dürüst ve namuslu olanlar hep kaybetti. Özel sektörde de böyle oldu, devlet sektöründe de yerel idarelerde de. Bu memleketin çocukları sürgünü yaşadılar. Binalar yükseltildi fakat o saray gibi binaların ruhu ihmal edildi. Kendi alın terinizle yapılan yerlerde sizler yerildiniz, yerileceksiniz. Artık bilinen o cümlemizi bir kere daha tekrarlayacağız: Kültürel kalkınmaya dayanmayan hiçbir kalkınma kalıcı olamaz. Kalıcı kalmak isterseniz... Kaleme sahip çıkınız. Değerlerinize vefa gösteriniz.