Türk lirasının 2000’lerin ortasından itibaren uzun yıllar döviz karşısında değerli kalması ithal ürünlere erişimi kolaylaştırdı. Akıllı telefon, otomobil, giyim, teknoloji ürünleri gibi kalemlerde tüketim patladı. Üretim, ihracat ve sanayi ithalata bağımlı hâle geldi. Üretim ve tasarrufa gitmesi gereken kaynaklar lüks ve tüketime harcandı. Sosyal medyada pompalanan "ne kadar tüketirsen o kadar değerlisin" algısı tüketim alışkanlıklarını körükledi. Lüksün, harcamanın kimlik ve statü kazandığı düşüncesi yaygınlaştı. Zamanla tüketime dayalı bir kültür ve hayat tarzı oluştu, toplum başkalaştı, sosyal çürüme baş gösterdi.
Bu yüzden son beş yıldır Türkiye ekonomisinin içine düştüğü enflasyon bataklığı ile oluşan alım gücü düşüklüğü ve buna bağlı olarak mal ve hizmetlere erişimin zorlaşması, yalnızca ekonomik değil, psikolojik ve kültürel bir yoksunluk hissi de oluşturdu.
Türkiye bugün ekonomide üretim odaklı, yüksek katma değerli, iç tasarrufa dayalı bir modele geçiyor. Ekonomi yönetimimiz iş adamlarını yeni modele ikna ve entegreye çalışıyor.
Bu işin iktisadi yanı. Ya sosyal dönüşüm? Ekonomileri toparlamak pekâlâ mümkün. Ancak sosyal ve toplumsal çürümeleri düzeltmek o kadar kolay değil.
Japonya, II. Dünya Savaşı sonrası büyük yıkımın ardından yeniden inşa sürecinde ihracata dayalı bir kalkınma modeli benimsedi. Bu modelin başarılı olması için para birimi olan Yen’in rekabetçi seviyede, yani düşük değerde kalması gerekiyordu.
Çünkü düşük kur, Japon ürünlerini yurt dışında ucuz ve rekabetçi hâle getiriyordu. (Türkiye'de 70 sonrası sokakta mantar gibi açılan Japon pazarlarını hatırlayın.) Japonya değersiz yerel para birimi ile büyük yıkımdan sonra üretimde cazibe merkezi oldu. Ülke 1960’lardan 1980’lere kadar otomotiv, elektronik ve makine sektörlerinde dünya lideri konumuna yükseldi. Bu yapılırken toplumda tüketimden uzak, borçlanmaya mesafeli, tasarrufa dayalı mütevazı bir hayat tarzı benimsendi. Bu yüzden Japonya başarılı oldu ve 4 trilyon doları aşan ekonomisiyle dünyanın dördüncü büyük gücü.
İbn Haldun, “Mukaddime” isimli ünlü eserinde devlet-toplum ilişkisine yönelik analizlerinde şu çarpıcı tespiti yapar:
"Zenginlik arttıkça insanları tembelliğe, rehavete ve bozulmaya sürükler. Tüketim artar, üretim düşer. Devletlerin sonunu getiren bu ahlaki çöküştür."
İbn Haldun, aşırı tüketimin nesillerin karakterinin değiştiğini, mücadeleci, kanaatkâr kuşakların yerini zamanla israfa, rehavete düşkün bireylerin aldığını söylüyor.
Görüldüğü üzere aradan asırlar geçse ve yapay zekâyı konuştuğumuz bir devirde yaşıyor olsak da insanlığın temel problemleri değişmiyor. Yani bugün İbn Haldun’un "ahlaki ve kültürel çöküş" dediği sürece çok benzer bir tablo ile karşı karşıyayız. Ünlü düşünürümüz on dördüncü yüzyıldan bugünlere ışık tutuyor. Tabii anlayana...
Mehmet Pamuk
Kibir ucub abidesi, şair değil ben hastası
Ahlakı dip seviyesi, şair değil ben hastası
Hiç kimseyi beğenmiyor, sen haklısın diyemiyor
Şerbetçiyi sevemiyor, şair değil ben hastası
Güçlü kalem pozlarında, üç beş çakal yanlarında
Kıskançlık var kanlarında, şair değil ben hastası.
Başka kente sürülmeli, hocalara göstermeli
Hekimlere götürmeli, şair değil ben hastası
Nöbetçi der, defosu çok, tevazudan haberi yok
Böyle tiplerden kork ki ne kork, şair değil ben hastası
Nöbetçi Şair-Şahin Ertürk
Yetenekli Kalemler'de önceki yazılar...