Yılın raporu ve bir Muhibbî şiiri

A -
A +
Prof. Dr. Kemal Yavuz
 
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi
kyavuz@fsm.edu.tr
 
 
İşte korona, çok canlar götürdü; canlar götürmek şöyle dursun yaşamayı, nefes almayı bile zehir etti. Hatta ömrümüzde hiç görmediğimiz karantina denen hapis durumunu getirdi. İnsanları, yurtlara ve otellere kapattı; anneyi yavrudan, babayı evlattan, dostu dosttan ayırdı…
 
Kanuni Sultan Süleyman Han, 22 yaşında kaybettiği oğlu Mehmed’in ölümü ile acıklı durumu bizzat nefsinde yaşamış, onun için mersiye yazmıştır.
 
 
 
Koronavirüsün gelip bütün dünyayı esir alışının birinci yılını bitirmek üzereyiz. Önceleri sessiz bir şekilde ve kendini nezle durumunda gösteren bu hastalık, gitgide genişleyip dünyayı sardı. İnsanlar birbirlerinden korkar duruma geldi. Yakın akrabalar bile birbirleriyle olan ilgilerinde tedirgin olmaya başladılar. İnsanlar sairfilmenam, uykuda gezer gibi bir hâle düştüler; yaşayıp yaşamama arasında gelir gider oldular. Şehirler arası gidip gelmeler durduğu veya belgelere bağlandığı gibi, ülkeler arası yolculuklar da sekteye uğradı. Hatta bazı zamanlar tamamen durdu. Okullar, iş yerleri, yiyecek ve içecek yerleri kapandı veya iş yapmaları belirli ölçülere bağlandı, yeni yeni şartlar getirildi. Uzaktan eğitim, öğretim yerlerine bağdaş kurdu. Eğitim ve öğretimin yüzyüzeliği kalktığı gibi öğrenmenin ve öğretmenin sıcaklığı da gitti. Hocalar, öğretmen ve öğrenciler bulundukları öğrenim mekânlarını terk ederek dünyanın belirli yerlerinden seslenir duruma düştüler.
 
TOPLUMUN NEFESİ KISITLANDI
 
Maskeler insanların görüntüsünü bozduğu gibi nefes almalarını da zorlaştırdı. Toplumun nefes alması da kısıtlandı. İnsanların bir araya gelmeleri ürküntü getirdi. Caddeler, sokaklar ve meydanlar ıssız kaldı. Sokak hayvanları bu sessiz yerlerde gezip dolaşırken yiyecek aramaya başladılar. Onların da imdadına yetişenler oldu. Parkların durumu daha da acınacak hâle geldi. Ağaçlar, çiçekler, yeşil sahalar öksüz gibi. Tiyatroların sahnelerindeki canlılık, sinemaların perdelerindeki görüntüler başka zamanlara çekildi. Ya düğünler… Yeni baştan sonsuz bir sevgi ile birbirine bağlananlar, yüzüklerini takmış günlerini almış gelin ve damat adayları, kurdukları hayallerin yıkıntıları altında kaldılar. Hepsinin ulaşılmaz hayalleri, ertelendikleri günlerin hasret perdeleriyle örtüldü. Onların sevinçlerini paylaşmak isteyen anne baba, eş dost özledikleri mürüvvet günlerini istedikleri gibi görüp yaşayamadılar.
Camiler ve ibadet yerleri de sessizliğe büründü. Hatta cemaatle namaza ve camiye gelip gitmeye bile izin gerekti. Camide müezzin ve imamdan başka kimse görünmez oldu. Bizi bize bildiren, bizi kendimize getiren ezan sesini duymamış olsaydık yaşadığımızın farkına bile varamazdık. Evet, ezan sesi, o bizi dünyaya ve ahirete çağıran ses... Manevi gücümüzü ondan ve onun geldiği atmosferden aldığımız, yaşama gücümüzü kuvvetlendiren ve ümit olmaya devam eden ezan sesi... Bu ses hastalarımız ve bizler için hep böyle olacaktır…
Bir de hac için hazırlık yapanların durumu var. Bu da bir talihsizlik oldu. Ayrıca kura için sırada bekleyenler var. Hepsinin gönlü Kâbe’de ve Mescid-i Nebevî’de uçar; fakat vücut ve varlık olarak oraya gidemediler. Şairin, “Küşâd-ı gonca-i dil kaldı bir bahâra dahi” mısraında dile getirdiği gibi, bu arzular da bir başka bahara kaldı. Ya o mukaddes yerlerin tenhalığı; oralar da öksüz gibi. Elimizden bir şey gelmiyor. Kul ne kadar kuvvetli görünürse görünsün, hep acizlik içindedir. İnsanlığın aklını başına alıp, kendine gelmesi lazım.
Hastaneler, şifa kaynağı olan eczaneler... Özellikle hastaneler ile sağlık kuruluşları sıkıntı içine düştü. Belki de açılan kapıların, geçilen koridorların bir ucu ahirete açıldı. Doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık görevlileri canları pahasına çalıştıkları gibi hasret ateşi ile de yandılar. Çocuklar anne ve baba özlemi ve onlara kavuşmanın hayaliyle sayıkladılar, avundular. Sağlık görevlilerinin çoğu canından oldu. Bahar geldi geçti ama insanlar çiçeklerin açılışını göremediler. Zaman sessizce geçiverdi, bir de baktık baharın sonunda yazın başındayız.
Bahar diyorum, yaz diyorum; bahar insanoğlunun hayatındaki ilk sınır, birinci basamak... Çocukluk ve ilk gençlik zamanı, yirmiye yaklaşan ve yirmi-yirmi beş yılla sınırlanan zaman dilimi... Sonrasında yaz gelir. Bir yirmi yıl da oraya verelim. Sonra güz mevsimi gelir ve altmışında sona erer. Onun ardından kış gelir ve biz kışın sonunda yaşayabildiğimiz, Hakk’ın verdiği sayılı nefesler kadar yolumuza devam eder, nihayet bir yerde toprağa düşeriz. Yılları bir yorgan gibi üzerimize çekeriz. Kim, nerede, nasıl düşmüş; nasıl yitmiş ancak onun yakınları bilir.
İşte korona, çok canlar götürdü; canlar götürmek şöyle dursun yaşamayı, nefes almayı bile zehir etti. Hatta ömrümüzde hiç görmediğimiz karantina denen hapis durumunu getirdi. İnsanları, yurtlara ve otellere kapattı, anneyi yavrudan, babayı evlattan hatta dostu dosttan ayırdı. Ölümler getirdi; çok kimse bizim gibi yakınlarını, dostlarını yitirdi. Hele yirminci bahara yol alırken, daha aşağılarda on beşlerde, on yedilerde gözümüzden kaybolanlar, yakınlarımız, öğrencilerimiz, öğrencilerimizin kardeşleri için üzüntülerimiz, hiç eksilmedi. Sevgili Sağlık Bakanımızın gayretleri bir tarafa, hiç kulaklarımızdan gitmeyen sesi çınladı durdu. O da kaybedilen her hasta için “hastamız hastamız” diyerek üzüntülerini dile getirdi ve vatandaşlarımızdan kurallara uyulmasını diledi.
Ya büyüklerimizin kaybı, aynı yolda aynı yaşta yürürken hayattan birdenbire çekiliveren dostlarımız, ağabeylerimiz, kardeşlerimiz. Cenazeleri ile ilgilenmek bir tarafa, namazlarını bile kılamadıklarımız var. Son vazife de elimizden alındı. Ne diyelim şartlar böyle gerektirdi. Daha da acıklısı, nikâh masasından ayrıldıktan sonra birkaç gün içinde, bir hafta bile geçmeden ömrünü tamamlayanların durumu insanların içini yaktı. Gönlümüz onların cennette birlikte olmalarını arzu eder. Koca Yunus bir şiirinde;
“Şu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm/Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi” diyerek, yanıp yakıldığını söyler ve üzüntüsünü dile getirir. Ölüm padişahtan kula, dilenciye kadar nicelerini ağlattı. İşte on altıncı yüzyılın büyük padişahı Kanuni Sultan Süleyman Han da yirmi iki yaşlarında kaybettiği ve çok sevdiği oğlu Mehmed’in ölümü ile bu acıklı durumu bizzat nefsinde yaşamış, onun için yanıp yakılmış ve aşağıdaki mersiyeyi yazmıştır. Mersiye yazdığı gibi onun adına türbe ile Şehzadebaşı Camii’ni de yaptırmıştır. Bu ağlayan şiirini insanlığa armağan bırakmasının yanında Mimar Sinan’a, Şehzadebaşı Camii’nin minarelerinde gözyaşını damlalar şeklinde işletmiştir. Şimdi büyük padişahın “Şehzâdeler güzîdesi Sultân Muhammed’üm” nakarat mısraının dillerde dolaştığı ve tamamının pek duyulmadığı şiirine bakalım:
İyka‘be-i bekâya giden mîr-i erşedüm
İy saltanat sipihrine mehtâb-ı es’adum
İytahtgâh-ı huldeemîr-i muhalledüm
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm.
 
Begler görün ki n’itdi bana tâli’-i siyâh
Ebr-i sefîd içinde nihânoldı mihr ü mâh
Cân gülşeninde gonca iken hâke düşdi âh
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
 
Cân u gönül visâli-y-ile şâdkâm idi
Tursa otursa serv gibi hôşhırâm idi
Gelse makâle bülbül-i şîrîn-kelâm idi
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
 
Nâgâhçekdi perdeye rûy-ı visâlini
Sem’airişmez eyledi şîrînmakâlini
Eğlence kodı dünyedecâna hayâlini
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
 
Gülberg-i bûsitân-ı zemîn ü zamân iken
Gün gibi nûr-ı dîde-i cân u cihân iken
Terk itditâc u tahtını henüz nev-civân iken
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
 
Nice yanup yakılmayalar mâder ü peder
Olmışdıhüsn-i hulk-ılacân gibi mu‘teber
Didi Muhibbî rihleti târîhinâhider
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
 
Yüce padişah bu şiirinde “Ey ahiret ka’besine giden kâmil ve ehliyet sahibi padişah, ey sultanlık göğünün en kutlu ışığı, seçilmiş şehzadem, padişah Mehmed’im! Ey insanlar, bana kara bahtın ne yaptığına bakınız, ay ve güneşim olan şehzadem, canımın gül bahçesindeki goncam toprağa düştü. Onunla beraber olunca, canım ve gönlüm sevinçle dolardı. Oturup kalkması serviyi andırır, konuşunca da bülbül gibi tatlılık ve huzur verirdi. Sonunda kavuşmanın, birlikte olmanın yüzüne ansızın, birdenbire perde çekti ve tatlı sözleri işitilmez oldu; yalnız, bize eğlence olarak hayâlini bırakıp gitti. O yeryüzünün ve zamanın gül bahçesinin gül yaprağı, cihan ve can gözünün ışığı, daha gençlik hâlinde iken tahta ve taca bakmadığı gibi sultanlığı da bırakıp gitti. Anne ve babası nasıl ağlayıp sızlayıp yanıp yakılmasınlar. O, güzel yaratılışı ve iyi huyu ile candan kıymetli olmuştu… İşte Muhibbi ah vah ederek, şehzadeler içinde üstün ve seçilmiş Muhammed’im diyerek, onun ölüm tarihini söyledi” şeklinde yas hâlini âleme ilan eder ve her zaman gamlı kederli insanların yaralarına merhem olur. Teselli arar ve teselli verir…
Biz günümüz insanlarına bu şiiri sunarken hüzünlü ve yaslı insanlarımıza baş sağlığı ve sabır diler, hastalarımızın sağlıklarına kavuşmaları ve toplum olarak bu beladan çabuk kurtulmamız için dualar ederiz...
 
 
**********************
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.