MGK ve siyasî alan daralması

A -
A +

1960'lardan itibaren siyasi iktidarların maruz kaldığı siyasi alan daralması, aynı zamanda Türkiye'nin önünü tıkayan en önemli faktör olmuştur. 1961 Anayasasının, darbe ile devrilmiş bir siyasi iktidara tepki ortamında ve askeri yönetimin kontrolünde hazırlanmış olması, yürütme gücünün, daha doğrusu yasama ve yürütme güçlerinin önemli ölçüde sınırlandırılması sonucunu getirmişti... 1970'li yılları hatırlayalım; Demirel şöyle yakınıyordu: "Hükümetin üstüne çıkmış bir Danıştay, Meclisin üstüne çıkmış bir Anayasa Mahkemesi ile karşı karşıyayız! Fransa'da Danıştay 100 senede beş tane tehiri icra (yürütmeyi durdurma) kararı vermişken, bizde 10 senede beş bin tane tehiri icra kararı verilmiş..." Gerçekten o sıralarda tayini çıkan her memur, soluğu Danıştay'da alıyor ve en kısa zamanda bir yürütmeyi durdurma kararı ile hükümetin karşısına dikiliyordu. Diğer taraftan fazla özgürlükçü bulunarak, 12 Mart Muhtırasından sonra önemli değişikliklere tabi tutulan 1961 Anayasası, 12 Eylül 1980 ihtilalinin lideri olan Kenan Evren tarafından şöyle nitelendiriliyordu; "Bu anayasa ile dikilen elbise bize çok bol geldi. Dolayısıyla içinde oynamaya başladık!.." 1961'e tepki olarak yine askerler tarafından hazırlattırılan 1982 Anayasası da kimseyi memnun etmedi. Tam tersine özgürlükleri kısıtlayan, antidemokratik bir metin olarak algılandı. Gelişmiş demokrasilere kıyasla, sivil örgütlenme başta olmak üzere gelişme sağlanması gereken bütün alanlarda devletin sınırlayıcı kontrol mekanizmalarını devreye sokarak, vesayet altında bir yönetimi empoze eden bu anayasa ile Avrupa Birliğine girilemeyeceği daha başından belliydi. Ancak o sıralarda, AB kimin aklına geliyordu ki?! Lakin meselelerin uyutulması veya halı altına süpürülmesi işi çözmedi. Çözebilir miydi ki? Bu arada devletçi refleksler durmaksızın çalışarak iktidarlar için siyasi alanı daraltmaya devam etti. Öyle ki, 28 Şubat süreci ile bu "TAM SAHA PRES!" vaziyetini aldı. Yani siyaset MGK'nın belirlediği çerçeve dahilinde yapılır oldu! Anayasada yeri (de jure) olmayan, bu de facto durumun ülke ekonomisi başta olmak üzere ne gibi sıkıntılar getirdiğini, artık "28 Şubatçılar" da kabul ediyor. Hatta bunların bir kısmı daha da cesur davranarak hata ettiklerini, o günlerde üfürülen irtica haberlerinin çoğunun asılsız olduğunu itiraf ediyor. Şimdilerde, yine irtica kılıfı ile kotarılmak istenen siyasi rant veya statükonun korunması operasyonlarına karşı, toplumun çeşitli kesimleri (medyanın da önemli kısmı dahil), irtica tehdidinin bulunmadığını ifade ediyor. Bu, Türkiye'nin geleceği adına önemli bir gelişme. Ama hâlâ daha, belli çevrelere yalakalık olsun diye, televizyonlara çıkıp şöyle yorumlar da yapılıyor; "Efendim bunalımların asıl sebebi sivil siyasetçiler. Onlar beceriksiz oldukları için ülkeyi iyi yönetemediler, hep yanlış yaptılar. Askerler de, dersine daha iyi çalıştığı, işini daha iyi yaptığı için her seferinde müdahale edip işi düzelttiler..." Bu kadar yoz, yüzeysel ve yardakçı düşüncelerle nereye varabiliriz ki? Böylelerine sorulacak çok soru var. Ancak sormaya değmez... Şunu iyi anlamak gerekiyor; eğer Avrupa Birliğine gerçekten gireceksek, adam gibi bir demokrasiyi yürürlüğe koyabilmeliyiz. Bunun da en temel şartı halkın seçtiği iktidarın politika belirlemede gerçekten yetkili olmasıdır.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.