Türk monarşilerinde istişare kültürü

A -
A +

Batı, kilise monarşisi ile istişarenin adını bile anmazken, İslâm devletleri danışmaya çok önem vermişlerdir. Şurası da bir gerçek ki, İlk ve Orta Çağlarda âdil yönetimli lider idareleri, karar alma ve uygulamada daha verimli olmuşlardır.

Devletlerin yönetim şekilleri 18. asrın sonuna kadar ihtiyârî (isteğe bağlı) değil mecbûrî idi. Demokrasi nedir bilinmiyordu. Gerçi kelimenin kökeni her ne kadar Yunânî olsa da, onlar da kendi kelimelerini yani demokrasiyi uzun zaman sâhiplenemediler.  

Demos, halk;  kratos, yönetim ve bu iki kelimeyi birleştiren Atinalı Kleistenes MÖ 508-507 tarihleri arasında Atina’yı çok kısa da olsa demokrasi ile yönetmiş. Sanki bir deneme-yanılma gibi. Sonrası yok…

Özellikle Orta Çağ’ın ezber yönetimi monarşiydi. Hanlık, kağanlık, beylik, imparatorluk, krallık, sultanlık, pâdişâhlık, emîrlik… Adına ne derseniz deyin hep aynı ezber parantezi içinde idi. Yâni belki de asrın gereği olarak mutlak otorite diye bilinen monark idâre her yerdeydi. Bâzılarının göstermelik de olsa danışmanları vardı ama son söz mutlak yöneticinindi. Devlet demek, kral, imparator veya pâdişâh demekti.

“DEVLET BEN’İM”

1643-1715 yılları arasında Fransa krallığı yapan Louis de Grand (14. Louis) “L’état c’est moi” (Devlet ben’im) diyerek bu ezberin şifresini vermişti. Devamında “Çünkü Tanrı’ya siz değil, yalnız ben hesap vereceğim” demiştir. Esas olan bütün mutlak yöneticilerin dillendirmek istediğini 14. Louis söylemişti.

14. Louis kokuya takıntılıydı. Versay Sarayı’nda kesme çiçekler her odayı süslüyor, mobilyalara ve çeşmelere parfüm sıkılıyordu. Tabîî bunun sebebi Fransa kralının hayâtında sâdece üç kere banyo yapmasıydı. (Bir rivâyette de koyu bir Katolik olan 14. Louis, vaftiz suyu gitmesin diye hiç yıkanmamıştır.) Banyodan korkan ve hastalıkların suyla yayıldığına inanan Louis’in düşünceleri, soylu kesim tarafından da kabûl edilmişti. Sonuçta Versay çok kötü kokuyordu ve çiçeklerin kokusu mecbûren öne çıkmıştı. Parfümlerin geliştirilmesinin nedenlerinden biri de buydu.”

Türk monarşilerinde istişare kültürü

ÖNEMLİ BİR KURUM: ŞÛRÂ

İlk İslâm Devleti kurulduktan sonra da devlet başkanı, hâkimi, imâmı Hazret-i Risâletpenâh Efendimiz’di ama O, Kur’ân-ı kerîm’in Şûrâ sûre-i celîlesini temel ittihâz etmişti. 42. sûre “Şûrâ” adını taşır. Ayrıca iki âyette de “teşâvir” (Bakara, 2 / 233 ) ve şâvir (Âl-i İmrân, 3/ 159 ) geçer. Bundan İslâm yönetiminde ve halk arasında istişârenin ne kadar önemli olduğu görülür.

Hadîs-i şerîflerde şûrâ, “şahsi ve toplumsal düzeyde bir iş bakımından doğru karar alınmasını gerektiren bir yöntem” diye tanımlanmıştır. (İbn Ebû Şeybe V. 221, 298; Tirmizî “Fiten” 78, Aclûnî II, 242.)

Efendimiz şûrâyı emretmiş ve kendisi de hep buna uymuştur. O her işinde “Eshâb”ı ile istişâre etmiştir. Bedir, Uhud, Hendek Savaşları ile Bey’atürrıdvân ve Hudeybiye Antlaşmalarında hep istişâre söz konusudur.

Mescide minber yapılması, (İbn Mâce “İkaametüsssalât” 199; ezan, İbn Hişâm II 154-156); “İfk olayı”nda da Efendimiz’in Hazret-i Alî ve Hazret-i Usâme’yi çağırıp istişâre etmesi de çok önemlidir.

Ebû Hureyre (radıyallâhü anh) “Resûlullâh kadar istişâreye önem veren hiç kimseyi görmedim” demiştir. (Tâlip Türcan, TDV İslâm Ansiklopedisi)

İslâm Devletinin bir diğer dayanağı da “İcma’” idi. Bu, fıkıh bilgilerinin de dört kaynağından biridir. Eshâb-ı kirâm efendilerimizin bir şeyi aynı sûrette yapması veyâ söylemesidir. Tabiîn, yâni Eshâb-ı kirâmı gören ve tanıyan İslâm âlimlerinin dînî bilgilerinin delîlidir. (Türkiye Gaz. Rehber Ans. C.8, s. 53) (Ehl-i Sünnet mahreçli olmayan din bilgilerine îtibâr edilmez.)

Osmanlı Devleti’nde de “şûrâ-yı saltanat” olarak bilinen bu toplantılar, harp îlânı, sulh akdi (barış antlaşması) gibi fevkal’âde hâller hakkında büyük devlet adamlarıyla, ilim irfan sâhiplerinin reyleri  (görüşleri) alınmak üzere pâdişâhın huzûrunda yapılan toplantılar hakkında kullanılan bir tâbirdir. Bu toplantıların sonuncusu, Sultan Vâhideddîn’in ve Damat Ferîd Paşa’nın sadrıa’zamlığı zamanında yapılmıştır. (Mehmet Zeki Pakalın Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü İst. 1993, c. III, s. 362)

Batı kilise monarşisi ile istişârenin adını bile anmazken, İslâm devletleri danışmaya çok önem vermişlerdir. Şurası da bir gerçek ki, İlk ve Orta Çağlarda âdil yönetimli lider idâreleri, karar alma ve uygulamada daha verimli olmuşlardır.

Özellikle Batı’da, Orta Çağların zâlim yöneticileri sırtlarını kiliseye dayayarak,  insan haklarını hiçe saymışlar ve işkenceyi mutlak iknâ metodu ve günahlardan arınma yolu olarak görmüşlerdir. Bu uygulamada şahsî, toplumsal ve dînî haklar hiçe sayılmış ve insanlık büyük bir felâkete sürüklenmiştir.       

Batı, istişâreyi bilmezken ilk Türk devletlerinde kan, kagan, bey tek yönetici olmakla birlikte en önemli kişi “ayguçı” danışman veyâ bugünkü başbakan benzeri bir rütbedeydi. Tonyukuk bunun en güzel örneğidir. Ayrıca Toy ve Toygun önemli kararların alındığı bey huzûrunda yapılan istişârî toplantılardır. Bundan da anlaşılıyor ki Türklerde,  tek kişinin hâkim olduğu yönetimlerde de istişâre çok önemliydi.

Selçuklu ve Osmanlıda bu danışmanlar “Aksakallılar” ehil vezirler veyâ gönül erleri kişilerdir. Selçukluda Nizâmü’l-mülk, Osmanlıda Edebalı, Akşemseddîn, Yahyâ Efendi vb. hep müstakîm rehberler olmuşlardır.

FRANSIZ İHTİLÂLİ

1789 Fransız İhtilâli olmasaydı, Batı demokrasiyi asla kazanamazdı. Bu ihtilâl olmasaydı, adâletin ve insan haklarının hiçe sayıldığı ortamda, kilisenin ve papazların zulüm çarklarından kendilerini kurtarmaları mümkün değildi. Gerçi sonra da aynı zulüm misliyle devâm etti, ama…

HÜRRİYET SEVDALILARI!

Batı’daki bu hareket, bizdeki hürriyet sevdâlılarının tek gâyesi hâline geldi. Önce Tanzîmât, arkasından Meşrûtiyet yâveleri ve “hürriyet, adâlet, uhuvvet, müsâvât” nâralarıyla Sultan Abdülmecîd devrinde ılımlı, fakat II. Abdülhamîd Han devrinde zorbalıkla ve kanla koskoca İmparatorluğu yıktılar.

Osmanlının son zamanlarında hızla değişen bir dünyâ vardı. Devletler bu yeni şartlara kendi durumlarına  göre uyum sağlamalıydı. Osmanlıda II. Mahmûd, Abdülmecîd ve  Abdülazîz  hep yenilikler ve ıslâhâtla uğraştılar. İyi niyetli oldukları muhakkaktı, ama fitne çarkı çabuk dönmeye başladı ve Tanzîmâtla başlayan negatif dönüşüm Osmanlının çöküşünün başlangıcı oldu. Çünkü Osmanlının kuruluşu ne kadar tabîî ise yıkılışı da o kadar gayr-i tabîî idi.  Bilinmeli ki bu muazzam devlet yıkılmanmış, yıktırılmıştır. Jön  Türkler, Genç Osmanlılar ve İttihâd ve Terakkî matruşkası adım adım koskoca devleti yerle bir etmişlerdir.

İttihâdcılara ihtilâl -devrim, ılımlı devrim ne derseniz deyin-  fikrini ve cesâretini veren sosyal olayların başında 1905’te Rusya’da, 1907’de Îran’da kurulan meşrûtî idâre veyâ devrim konseyleri idi. Tabîî ki bu ilk sosyal değişmeler çok dikkat çekiciydi.

Yine unutulmamalıdır ki Batı’daki her sosyal olay bir değişim getirmiştir. Sosyal ezilmişlik, kilise saltanatı, diğer din ve inançlara aşırı baskı ve yasaklar, insan hürriyeti ayıpları ve işkenceler düzenine monte edilen fakat yine de insanları daha da mutsuzluğa iten Marksizm, komünizm, faşizm, ekonomi denge düzenini altüst eden fâiz ve gizli tedhiş teşkilâtı masonluk… Önce Batı’ya sonra da onlara özenen İslâm ülkeleri ile “3. Dünya Blokları”na hep felâket getirmiştir.

Osmanlıyı yıkan sistemin başında da ihtilâl hayranlığı ve mason locaları olmuştur. Selânik merkezli mason localarının tek gâyesi II. Abdülhamîd ve tabîî ki Osmanlı Devleti idi. Osmanlıda zincirleme gelişen sosyal olaylar ve derneklerde, başlangıçta, Osmanlı’yı hattâ hilâfeti yıkmak diye bir zihniyet yoktu. İttihâdcılarda da başta böyle bir niyet yoktu ama onları yönlendiren Batı ve Mason localarının hedefi sâde II. Abdülhamîd Han gibi görünse de, amaç devleti, saltanatı ve nihâyet hilâfeti ilgâ etmekti.

BİR FELÂKET SENARYOSU: IRKÇILIK

1908’lerde bile dünyânın en geniş topraklarına sâhip olan Osmanlı Devleti’ni bu hâliyle muhâfaza etmek zordu. Çeşitli etnik unsurlardan oluşan devleti içten yıkmak için en geçerli malzeme hazırdı: Etnik (ırkî) ayrımcılık…      

Orta Doğu ve Rumeli’de yüz yıllardır huzûr içinde yaşayan Araplar, Sırplar, Hırvatlar, Pâyitaht başta olmak üzere, Anadolu’nun bâzı şehirlerinde zenginleşmiş, mevkî ve makam sâhibi olmuş Rumlar ve Ermenler bile ayaklandırıldı.

Şurası muhakkaktır ki millî bütünlüğü olmayan ülkelerin millî orduları ve millî dış politikaları da yoktur. Bu iki unsur yoksa o devlet her türlü dış baskı, tehdit ve işgallere açıktır…

Sıcak bir örnek olarak Afganistan’a bakalım. Bu ülkede Beluçlar, Özbek Türkleri, Peştunlar, Tâcikler ve Hazaralar yaşamaktadır. Bu son derece tabîîdir,  ama bu etnik grupların hiçbir ferdi, “Ben Afgan’ım veyâ Afganlıyım” demezler. Ya Tâcik’im, ya Peştun’um veyâ Özbek’im derler. Eski bir Türk yurdu olan bu ülke, Harzemşahların ve Emîr Timur’un da yurdu, Hazret-i Mevlânâ’nın da memleketiydi. Bu etnik ayrımcılık başladıktan sonra Afganistan millî ordusu hüviyetini de kaybedince yiğit halkının silâhlanmasıyla Ruslara ve ABD’ye bu toprakları dar ettiler. Ama iki süper güç buradan ellerini hiç çekmediler. İstedikleri de oldu. Ülke bir kargaşa ve belirsizliğe itildi. Müşterek Batı şer güçleri oyunu tezgâhladılar ve yiğit bir halkı parça parça ettiler. Ne ümmet şuuru kaldı ne millet şuuru. Bu ülkeye huzur ve sükûnetin gelmesi zor görünüyor.

Sovyetler Birliği döneminde Türkçe konuşan bir Sovyet askerine rastlayan Türk gazeteci “Nihâyet bir Türk’e rastladık” deyince asker telâşa kapılarak “Sovyet’em komünistem” diyerek oradan telâşla uzaklaşır.

ABD’de %79 beyaz, %12,85 siyah, %4,43 Asyalı, % 0,7 Amerika ve Alaska yerlileri, %0,18 Hawaii yerlileri, %1,61 diğer Pasifik adalılar yaşamaktadır.

ESAS OLAN VATANDAŞLIK DEĞİL GERÇEK MİLLÎ KİMLİKTİR

SSCB döneminde komünizm dehşetiyle, ABD’de ise refah seviyesi ve dünyâ üzerindeki devlet prestiji ve petro-dolar ile bir etiket millî şuuru geliştirilmiştir. Dünyânın en geçerli dilinin de İngilizce olması ABD’ye büyük avantaj sağlamıştır. Öyle ki bugün çocuklarını ABD’de dünyâya getirmek için binlerce km yol kat eden ve çifte vatandaşlık almak hîlelerine başvuran insanların sayısı bir hayli kabarıktır. Kendi vatanlarında etnik kimliklerini unutmayan bu halklar dış ülkelerde “Ben Amerikan’ım” diyerek övünürler.

“BEN OSMANLIYIM” ŞUURU

Osmanlıda da 19. asra kadar Müslim veyâ gayr-i müslim vatandaşlar “Osmanlıyım” demekten gurur duymuşlardır.

Osmanlı vatandaşı gayr-i müslim ırklardan Ortodoks Slavların ve Ortodoks Rumların Rusya tarafından tahrîki hiç de zor olmadı. Müslüman Arapları Orta Doğu’da ayaklandıranlar ise müstemlekeci Batı cuntası olmuştur. Orta Doğu’nun zor coğrafyası, bitki örtüsü hiç câzip olmasa da bu bölgenin petrolü, kan emici Batı’yı çöp sinekleri gibi oraya çekmiştir. Belki tuhaf gelir ama bağımsız bir İsrâîl devleti kurmak ve Filistin’den toprak almak asıl hedefti.  Bugünkü serveti aile gelirleri bazında 240 milyon dolar olan John Rothchild, aslen Yahûdi olup, servetinin bir kısmını Yahûdî devleti kurmak için harcarken gözünü bile kırpmamıştır.

Orta Doğu’da bu hâin istekleri çok önceden sezen Sultan II. Abdülhamîd, sinsi ve dost görünen Yahûdî sempatizanı tâifeye yiğitçe direnmiş, ama iç senaryolara maalesef yenik düşmüştür.

Abdülhamîd Han devrilmeyip Cihan Harbi’ne girmeseydik, Musul ve Kerkük petrolleri hâlâ bizim olacaktı. Musul ve Kerkük petrol rezervi 55 milyar metreküp, geliri ise 2 trilyon 350 milyar dolar olup Türkiye’nin 300 senelik ihtiyâcını karşılayacak bir servettir. Şimdi anladık mı neden Koca Sultân’a düşman olduklarını? Şimdi anladık mı, PKK’yı neden bize musallat ettiklerini ve Amerika ve Avrupa’nın sefil Orta Doğu iştihâsını?

21. yy.da zâten bağımlı devlet kalmayıp bunların bağımsız devlet kuracaklarına inananlardanım. Gerçi artık bu eski müstemleke ülkeleri sınırlarını çizmiş olsalar bile, Batı’nın boyunlarına taktıkları zincir ve bukağıların izleri kabuk bağlamamıştır. Batı, hâlâ onları baskı ve siyâsî hipnoz ile idâre etmektedir.

Bu dönemde saltanatın başında II. Abdülhamîd Han değil de V. Murâd veyâ Sultan Reşâd olsaydı, belki İTC bile kurulmaz, iç isyanlar çıkmazdı. İç muhâlefet zâten dediğini yaptırırdı, fakat muhakkak ki devleti yine yıkarlardı. Abdülhamîd Han çok dirençli ve çok şuurlu olduğu için İTC’liler kuruluş  sebebini kendileri te’yîd ediyordu.

Olayların bidâyetinde bir de Midhat Paşa unsuru vardı ki o, zâten bir şehîd-i azîz (?!) idi. Çünkü o “hürriyet şehîdi” (!) idi. O, artık ihtilâlciler için bir mitti.

Demokrasi, san’at, devrim vs. şeylerin şehîdi olmaz. Midhat Paşa’dan kalan bu kötü mîrâs zamanımıza kadar gelmiştir. Hâlbuki o zamanki gençler Midhat Paşa’nın bir “İngiliz ajanı” olduğunu dahi bilmiyorlardı. Ama bilseler ne fark ederdi ki. Tıbbiyeli gençler mekteplerinin gönderine İngiliz bayrağını toka etmediler mi? (Bayrak çekmek)

Abdülhamîd bir taraftan reformistlerle, bir taraftan mason locaları destekli İTC ile, bir taraftan kışkırtılan azınlıklarla ve en önemlisi de gövdesi Batı’da, başı Filistin’de olan Yahûdi ile uğraştı. Ve Batı onu, Müslüman ve Türk’üm diyenlerin maşasıyla yıktı.

Yeniden buluşmak ümidiyle…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.