Gerek çarlık devrinde gerekse Bolşevik rejiminde Ruslar Türklerden asla vazgeçmemişlerdir. Bu yüzden yeni rejimden sonra (1989’a kadar) gönüllü propagandistler edebî ve kültürel sahada büyük çaba sarf etmişler, bu arada özellikle Sofya ve Doğu Berlin’deki pilot istasyonları ile dünyaya rejim ihraç etmişlerdir.
Dünya globalleştikçe savaşlar daha geniş kapsamlı, daha yıkıcı ve daha trajik hâle dönüşmüştür.
Avrupa ve Orta Doğu’yu oldukça meşgul eden savaşlar yeni Haçlı savaşları ile büyük bir Hristiyan kitleyi harbe sevk etti ise de coğrafya olarak dar bir alana sıkıştı kaldı. Batı’nın bu savaşlara katılımı genelde lojistik olarak algılanmalı. Tam aksine Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki savaşları kıt’a olarak geniş bir coğrafyayı içine aldı. Rumeli ile başlayan fütuhât Avusturya’ya kadar uzandı. Kitlesel Avrupa, daha doğrusu kitlesel Haçlı rûhu bir bütün olarak Osmanlının karşısına dikildi. Zâten 15. asırdan îtibâren Osmanlı güçleri karşısındaki Hristiyan birliği yekvücut oldu.
Bu savaşlarda Slav ve Ortodoks rûhu ile Rusya, özellikle 18. yy îtibârı ile hep sahnedeydi. Vukû bulan 1878 Rus Savaşı ise zayıflayan Osmanlıya karşı işgal hareketine dönüşmüş ve Ruslar Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar gelmişlerdir. Rusların Çarlık dönemi ve sonrasındaki sıcak denizlere inme ideali hiç değişmemiştir. 20. asırla birlikte buna petrol istekleri de itici güç olarak eklenmiştir. Hâlbuki Rusya’da hem doğalgaz hem de petrol vardır. Ancak rakipler birbirlerinin kuvvetlenmelerini istemezler. 1917 Devrimi’nden sonra da Rusya’nın megali ideası “sıcak denizlere inme” sevdâsı hiç bitmemiştir.
Zâten Rusya özellikle 16. yy. ile birlikte Avrupa Slav halklarına hem ırkî hem de dînî olarak sâhip çıkarken 1856’dan sonra da Osmanlı tebaası Ortodokslar için geniş çaplı çalışmalar başlatmıştır. Özellikle 1945’ten sonra Rus Siyonizm’i (komünizm) küresel bir istîlâ hareketi gibi dünyânın büyük bir bölümünü başka devletler eliyle de kendi etkisine almıştır.
İstiklâl Savaşı’nda Rusların Türklere yaptığı yardım azımsanacak cinsten değildir. Rusların Çarlıktan çıkıp komünizm rejimini kurduğu sıralarda biz de “sultanlardan kurtulup”(!) yeni bir rejim kurmaya çalışıyorduk. Bunlara ışık tutacak bir olay, Halil Rif’at Paşa’nın 1821’deki Rusya seyahatidir. Bu arada Yunanlılar da ayaklanmışlardır. Rusların buradaki Ortodoks korumacılığı yine devrededir.
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası iki devlet arasında Edirne Antlaşması yapılmıştır. Osmanlı, Tazminât’ın ve diğer yükümlülüklerin hafifletilmesi için serasker, kaymakam, kaptan-ı deryâ da olan Halil Rif’at Paşa’yı Rusya’ya göndermiştir. Burada gözden kaçmaması gereken en önemli nokta Çar I. Nikola’nın Paşa’ya “Osmanlı Devleti’nin Ortodoks Hristiyanlığa” geçme teklifidir.
Halil Rif’at Paşa’nın bu geziden sonra “Sultânım gâlibâ Batı’yı taklitten başka çâremiz kalmamıştır” dediği bilinir. Kaldı ki Rusya “kırma Batı”dır, tam Avrupa da değildir.
Burada yapılması gereken tahlil şudur: 1917’den evvel Ruslar Ortodoksluğu nasıl başta Osmanlı olmak üzere geniş bir alana yaymaya çalışmışsa, 1917-1940 arasında da komünist Rusya bu rejimi yeni Türkiye’ye de dayatmak istemiştir.
1932’deki İnönü’nün Rusya bir gün evvel Akşam gazetesinde “Başvekil’in ziyâreti milliyetperver Türkiye ile Bolşevik Rusya arasındaki dostluğun ifâdesinden ibârettir” ifadeleri kullanılmıştır. (Akşam, 25 Nîsan 1932)
“İki hükûmet arasındaki rejim farkının dostlukta hiçbir alâkası yoktur. Rusya’nın rejimi komünizm, Türkiye’ninki ise koyu milliyetçiliktir. İki rejim arasında hiçbir münâsebet yoktur. Mamafih bu hâl İstiklâl mücâdelesi senelerinde başlayan dostluğun bir kat daha kuvvet bulmasına mâni olmamıştır. Türk-Rus dostluğunun esâsı, iki tarafın da birbirlerinin rejimine hürmet etmesidir. Senelerden beridir iki taraf da bu esâsa riâyet ediyor.
Bu arada bu ziyâret sonrasında 8 milyon dolara tekâbül eden Rus yardımı ile Türkiye makineler alacaktır. Kredinin 2 milyonu ile şeker fabrikası için âlet edevât ve diğerleri de mensûcât (dokuma) alanına tahîs edilecektir.” (Dr. Öğretim üyesi Ersin Müezzinoğlu, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi C. 20, s.2 Eylül 2018)
Rusya’nın Türkiye’ye yaptığı 8 milyon dolarlık kredinin karşılığı bugün şöyledir: Dolar 1929-32 buhrânı çıkışı 2,12 TL’dir. Dolayısıyla bu yardım bugünkü rakamla yaklaşık 17 milyon TL’dir. O zaman Türkiye bütçesi 8,7 milyon TL’dir. Asgarî ücret ise 3-5 lira arasındadır. Rusya, İstiklâl Savaşı’nda da 6 Ekim 1920’de bize 1 milyon altın Ruble yardım etmiştir. Bu durumda Türkiye’nin hiç borç almadan 1938’e kadar 38 fabrika kurduğu iddiâsı da târihî gerçeklere uymamaktadır.
Burada önemli nokta şudur: Gerek çarlık rejiminde gerekse Bolşevik rejiminde Ruslar Türklerden aslâ vazgeçmemişlerdir. Bu yüzden yeni rejimden sonra (1989’a kadar) gönüllü propagandistler edebî ve kültürel sahada büyük çaba sarf etmişler, bu arada özellikle Sofya ve Doğu Berlin’deki pilot istasyonları ile dünyâya rejim ihrâc etmişlerdir.
Ülkemiz, Osmanlının son zamanlarında İttihad Terakki Cemiyeti (İTC) ile birlikte bünyesinde değişik akım temsilcileri bulundurmuştur. İTC’nin Osmanlıdan çok farklı bir masonik kulüp olması hasebiyle bünyesinde ateist Abdullah Cevdet, İslâmcı Âkif, şoven milliyetçi Ziyâ Gökalp’ı barındırmıştır. Hattâ 1892’de Terakkîperver Amele Fırkası (İlerici İşçi Partisi) kurulmuşsa da çok kısa bir dönem sonra Abdülhamid Han tarafından kapatılmıştır.
Kiliselerin Fransız İhtilâli ile etkisini kaybetmesi, Türk İnkılâbı ile Türkiye’de başlayan din karşıtı hareketler, Dünyâ Savaşları ile fakirleşen halklar, özellikle I. Dünyâ Harbi’nden sonra yeniden çizilen hudutlar, mânevî duyguların giderek azalması ve yerine maddî boyut düşüncesi artması, yeni bir rejim ile bir fikrî temâyül doğurdu: Komünizm ve materyalizm... Peki, bu yeni akım nasıl ve hangi metotlarla dünyâyı etkisi altına aldı?
Marks, Hegel’e âit diyalektik felsefeyi tamâmen materyalist bir düzeyde ele almak istemiştir. Komünizmin önemli fikir tabanı olan “Diyalektik Materyalizm” gariptir ama hep reddettikleri dinlerden birisi olan Hristiyanlık kültürünün de yüzüdür. Temelde Allâh’ı -hâşâ- bedenleştiren, tabiata indiren, reenkarnasyonu kabul eden, Hazreti İsâ ve Hazreti Meryem’i tanrılaştıran Hristiyanlık; resim, heykel ve diğer figürlerle materyalizme zâten yol açmışlardır.
Diyalektikte ruh kendini gerçekleştirir; bunu yaparken de kendisi ile yabancılaştırır.
İslâmiyette ise ruh maddeden ayrı bir cevher olarak yaratılmıştır.
Madde cisim olarak bölünür parçalanır. En küçük cüzlerine atomlarına ayrışır. Önceleri yanlış da olsa atoma “lâ yetecezzâ” (bölünmez) demişler. Yâni Einstein’a kadar bilinmeyen teori de olsa maddenin en küçük parçasının bölünmez olduğunu o günkü ilim kabûl etmiştir. Eski dehriyyunlar (materyalistler) madde dışında hiçbir şeyi zâten kabûl etmiyorlardı
Aslında Hegel de rûhun nasıl bir güç olduğunu bilir. Bu yüzden ona göre insânî bütün taraflar rûhun tabiate yansıması gibidir. Bu durumda asliyet ve yabancılaşma arasında tez ve antitez başlar.
İslâmiyet’te ruh ve madde iki ayrı mes’eledir. Âlem-i emr’deki ruh ile Âlem-i halk’taki madde (insan, nefs) bütün hâlinde fakat ayrılardır. Ruh ve kalbin sâikiyle nefs, tezkiye yolunda mânevî mesâfeler kateder.
Ehemmiyetine binâen ruhlar önce bedenler sonra yaratıldı. İnsan önce balçıktan madde olarak halk edildi. Sonra Allâhü teâlâ hediye olarak bir nefha ile insan olmaya hazırlanan maddeye rûhu hediye etti. Cem’-i zıddeyn muhâlest (Zıdların birleşmesi mümkün değildir) kuralını kudretiyle nefyeden Allâhü teâlâ, madde ve rûhu aynı yerde birleştirdi. Artık burada tez ve antitez yoktur. Sâdece sentez vardır. Ölümle, ruh ve bedende analiz var gibi görünse de ruh varlığını maddeden (bedenden) kısa bir süre ayırsa da yine diridir. Yâni bu ilâhî sentez hiç değişmez. Doğrusu bu tez veyâ antitez değil, sünnetullâhtır. Aslında diyalektik sentez de sürekli çatışmayı esas alır. İslâmiyet’te ise karmaşaya, kaosa yer yoktur. Rabb’imiz “Şüphesiz biz her şeyi dakîk, şaşmaz bir ölçüye, kadere göre yarattık” buyuruyor. (Kamer, 49)
Diyalektiğin katı yüzü olan materyalizm, maddî temele dayandığı için aşk, estetik ve mâneviyâtı reddeder. Yâni bu teoriye göre insan ruhsuz bir robot gibidir. İslamiyette ise bu beden ve ruh birlikteliği “Hazreti insan” olmuştur.
Diyalektikte ruh ve kalp devreden çıkar. “Doğa tini, evren rûhu veyâ aktif enerji” devreye girer. Buna mukâbil İslâmiyette kalp, fu’âd, ruh ve tezâhürleri olan aşk ve ünsiyet gibi lâtîfeler devreye girer. Hâlbuki diyalektikte insan tabiat kumandasına bağlı bir maddedir.
Tabiatta tekâmül elbette esastır. Allâhü te’âlâ denizleri, karaları uzayı bir tekâmülle yarattı. Buradaki kozmik tekâmülü İslâmiyet zâten ortaya koyuyor. Nitekim Enbiyâ sûre-i celîlesi 30. âyette “İnkâr edenler göklerin ve yerin birbirine yapışık olduğunu, bizim onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Buna rağmen inanacaklar mı?” buyuruyor.
Tekâmül nazariyesini ve değişik ilimleri ilk peygamber ve ilk insan Hazreti Âdem’e ve diğer bütün peygamberlere Allâhü te’âlâ ilim sıfatından bildirmiştir.
Tekâmül, İslâmiyete göre türlerin kendilerine mahsustur. Selenterata, tunicata, vertebrata, piches, aves, mamalia hep kendi dâirelerinde tekâmül gösterdiler. Primatlar veya tunicatalar evrimleşip başka türe dönüşmediler. Vertebratalar, omurgalı olmasına rağmen insana dönüşmediler. Çünkü Cenâb-ı zülcelâl ve tekaddes hazretleri insanı en güzel şekilde yarattığını beyan buyuruyor: “Biz insanı en güzel surette yarattık” (Tîn-8)
Rus devrimin en belirgin yüzü komünizm, tabîî ki bizi de etkiledi. Dolayısıyla, “Kurtuluş Savaşı yıllarında ve hemen sonraki devrede aşağı yukarı Atatürk’ün ölümüne kadar yönetici kadro emperyalizme, sonra hızla yayılan komünizme (materyalizm) kapitalizme ve merkeziyetçi bir derebeylik niteliğinde gördükleri Osmanlı yönetimine ve feodal toplum düzenine karşı verdiği mücâdele sonucu varabileceği en ideolojik noktaya ulaşarak devrimcilik, lâiklik, devletçilik vs. ortaya çıktı. Bu ilkeler kavramların gerçek anlamları incelenip tesbît edilip birbirleriyle ilişkili olarak sistemleştirilseydi sosyalizme varacak bir ideolojik çerçeve meydana gelirdi.”
(Cumhûriyet Dönemi Türk Edebiyatında Toplumcu- Gerçekçi Edebiyat Tartışmaları, Murat Kacıroğlu, ETÜ Sos. Bil. Enst. 1/2, 2016, ss, 27-71 Temmuz)
Aslında o yıllarda Türk toplumunda gelişmiş bir işçi grubu olmadığı için 1920 yıllarında sistemin itici gücü köylüye dayanabilirdi. Fakat köylü geleneksel bir dindar hüviyetinde olduğu için sosyalizme uzaktı.
Takrîr-i sükûn Kânunu ile diğer muhâlif fikir adamları gibi Marksist düşünceyi benimseyen aydın ve yazarlar üzerinde de bir baskı oluştu. Bu yasanın kabûlüyle “Aydınlık” ve “Orak-Çekiç” gibi Marksist dergiler kapatıldı. Dr. Şefik Hüsnü ve Hasan Ediz gibi Marksistler yurt dışına kaçtı. Bursa’da çıkmakta olan “Yoldaş” gazetesinde yazanlar tutuklanarak Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandılar. 40 kişilik grup içinde Nâzım Hikmet de vardı. Bunlar çeşitli hapis cezâlarına çarptırıldılar, fakat 1926’da affa uğradılar. (Murat Kacıroğlu Agm s. 4)
Şeyh Said isyânı 3 Mart 1924’te Hilâfet’in kaldırılmasından sonra çıktı. 1922 saltanat kaldırılınca isyan falan olmadı. İsyan şeriatın ve Hılâfetin ilgâsınaydı. Yâni bu isyanda iddia edildiği gibi İngilizlerin dahli yoktu. Nitekim İnönü “Hatıralar”ında şöyle yazıyor: “Şeyh Said isyânının doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı ve meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır.” (Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, “Hatıralar” s.202)
Hâlbuki 1937’de çıkan Dersim, Seyyid Rızâ isyânı mezhep ve Kürt isyânı olarak literatürlere geçti. 1937 Nevruzunda devlet güçlerine karşı ayaklanan aşîret reisleri Seyyid Rızâ’yı önder edindiler. Seyyid Rızâ 1937’de İngiltere’ye yazdığı bir mektupta “Anadolu toprakları çorak, Kürdistan toprakları bereketli” ifâdeleriyle yardım istedi. Amacı otonom bir bölge kurarak Türkiye’den ayrılmaktı.
Ayrıca 25 Kasım 1925 şapka giyilmesi hakkındaki çıkarılan kânunla tam sayı bilinmemekle berâber bir hayli îdam uygulandı.
Yeni rejim sosyal otoriteyi sağlamakta zorlanıyordu. Anadolu halkı dînî uygulamaların kısıtlanmasından memnun değildi. Osmanlı bakıyesi dindar bir toplumu lâisizme dönüştürmek zecrî tedbirler olmadan uygulanamazdı. Ümmet kavramından ulus devlete geçen geleneksel dindar halkı zabt ü rabt altına almak için “Takrîr-i sükûn Kânûnu” çok sert uygulandı.
Kaos ortamı oluşan toplumda dînî faaliyetler çok sıkı denetlendiyse de “Komünist Edebiyat” ülkemizde hızla yayıldı. Bu rejim ile dindarlar, komünistler ve Türkçüler-Turancılar yargılanarak hapis cezâlarına çarptırıldılar. Ve yeni rejim kendi ideolojisini ve kendi kültürünü binâ etmeye çalıştıysa da yıllar geçtikçe bütün ideolojiler demokrasi şemsiyesi altında tekrar faaliyete başladı.
Kısacası dayatma ile yeni bir kültür oluşturmanın mümkün olmadığı anlaşıldı.
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…