Hazret-i Mevlânâ’yı doğru anlamak

A -
A +

O, her hâl ü kârda üstün bir Sahâbe ve Dört Halîfe sevgisiyle doludur. Namaz onun için ibâdetlerin en büyüğüdür ve “Bir Müslümân hep namazdaymışçasına Rabbinin huzûrunda ve mürâkabesinde olduğunu unutmamalıdır” der.

Esas adı “Mesnevî-i Ma’nevî” olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin en tanınmış eseri, Hazreti Ankaravî şerhi başta olmak üzere def’alarca tercüme edilmiş; dili Farsça olmasına rağmen Türk aydınlarının en çok okuduğu eserlerin başında gelmiştir. Aşağıdaki yazıda beyitler ve şerhleri Hazreti Ankaravî’nin olup tarafımızdan günümüz Türkçesine aktarılmıştır. Basım Bulak (1867-1876 )

Şiirle tasavvûfî kıssalar ve dînî hikâyeler yazmak başlangıç dönemleri için çok geçerli bir yoldu. Bu şekilde zengin bir edebiyat kolu da doğmuş oluyordu. Orta Asya’da Türkistan’dan Ahmet Yesevî hazretlerinin “Hikmetler”iyle başlayan bu akım Anadolu’nun İslâmiyeti idrâkinde de önemli bir rol oynamıştır.

Başlangıç dönemlerinin açık ve sâde bir dille yazılan bu eserler, giderek sanat endîşesi taşımaya başlayınca, Arapça ve Farsça kelimeler de bolca kullanılır oldu.

İki mısra’ veyâ beyit dediğimiz ölçüyle yânî mesnevî şekliyle başta Peygamber Efendimizin ve din büyüklerimizin hilyeleri (insan bünyesinin dış görünüşü ile alâkalı güzellikleri anlatan tür) veyâ diğer mesnevî türleri yazılmaya başlamıştır. Bunlar: “Hilyeler, Mevlidler, Mi’râciyeler, Tasavvufî Mesnevîler, hepsi ikili mısrâ ile yazılmış, mesnevi denen zengin edebî türün ürünleridir. Hilyelerde Risâletpenâh Efendimiz’in mübârek gözleri anlatılırken:

Görinürdi gözi dâim mekhûl /// Hadd-i zâtinde siyeh-çeşm idi ol (Hilye-i Hâkânî)
“Gözleri hep sürmeli görünmekle birlikte aslen siyah renkli idi.”

Vâsi’ ü hûb u lâtif idi gözi /// Nûr-i mâh idi sa’âdetlü yüzi (Hilye-i Hâkânî)

“Gözü geniş güzel, latîf ve pek hoştu. Sa’âdetlü yüzi sâdece nûrdu.”

Onun ön dişleri itdükçe zuhûr /// Zâhir olurdı hemân şu’le-i nûr. (Hilye- Hâkânî)

“Mübârek ön dişleri görününce hemen nûr şu’lesi görünürdü.”

(İşte edep budur. Hilye ve siyerlerde hep edep gözetilirdi. Bu hilye, Efendimizi ön dişleri seyrek, gözlerinin beyazı kanlı diye târif eden Muhammed Hamîdullâh’a ithâf edilmeliydi.)”

Türk dünyâsında tasavvûfî ve hikmetli şiirleri Pîr-î Türkistân Ahmed Yesevî hazretleri ile başlamış, Efendimizin övgüsünü beyân eden şiirleri yazmak ve onu medh ü senâ etmek ibâdet olduğu için, gönül erleri bu şiir türünü çok sevmişlerdir. Bu gönül erleri son derece samîmî duygularla ilâhî aşkta ve Efendimizi övgüde sınır tanımamışlardır. Bu şiirler, dînî meclislerde hep okunurken Yunus Emre’nin Hacı Bayram Velî’nin, Azîz Mahmûd Hüdâî hazerâtının şiirleri elden ele dilden dile dolaşmıştır. Bu külliyât, âriflerin, zâhidlerin, sûfîlerin vird-i zebânı (dilden düşmeyen) oldu. Hele Mevlid (Vesîletü’n-necât) Türklerin sığınağı gibidir. Doğumlarda, ölümlerde, asker uğurlamalarında, sünnet merâsimlerinde hâsılı neş’eli ve kederli günlerde hep Mevlid okundu.

Mesnevî türünün en hacimlilerinden birisi de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”sidir. Farsça yazılan bu eser 25 bin 618 beyittir.

Şimdi Mesnevî’den seçtiğimiz beyit açıklamaları ile bu eseri daha iyi anlatmaya çalışalım: 

Hazret-i Mevlânâ’yı doğru anlamak

MEN AREFE

Hazret-i Pîr tasavvufun temel maddesi olarak kabûl edilen bu mübârek sözü açıklarken bunun hadîs-i şerif olduğunu söyler. “Men arefe nefsehu-Fekad arefe Rabbehu”. Yâni nefsini, kendisini bilen tanıyan, Rabbini de bilir. Bu sözün Hazreti Alî’ye âit olduğunu söyleyenler de bir hayli fazladır.

Bu cümleden olarak İbn Abbâs (radıyallâhü anh) Resûlullah’tan (aleyhisselâm) şöyle rivâyet etmiştir: “Ben cinleri ve insanları sâdece bana ibâdet etsinler diye yarattım” âyet-i kerîmesi mûcibince Rabbi bilmek elbette ona ibâdetle olur” buyurmuştur. (M.c.3 s.433)

ÂLEM-İ MİSÂL

Şöyle buyurur Hazreti Mevlânâ: Hazreti Dükûkî (kuddise sirrehû) Hambeli mezhebinin hâfız ve vâizlerindendi. (Künyesi Mahmûd Alî b. Mahmûd b. Mukbil b. Süleymân b. Dâvûd’dur. Doğ. 643-1266 Bağdad) Bu zât zâhir âlemde bir sâhile ulaştı. Akşam vakti bir deryânın kenârına geldi. Fakat bu onun ma’nevî seferinin sûretidir. Başlangıçta tayy-i mekân ve tayy-i zaman mevzûlarında şüphesi olan bu zât, şeyhinin delâletiyle göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamanda o sahil kasabasında evlenmiş çoluk çocuğu olmuştur. Fakat bu onun ma’nevî seferinin sûretidir. Hakîkatte sâhil, âlem-i ervâhtır (ruhlar âlemi). Yâni her şeyin bu arzda bir misâli vardır. O misâl bu şehâdet âleminde (dünyâda) olan sûretiyle aynıdır veyâ bir başka şekilde tezâhür edebilir. Meselâ ilmin bu âlemdeki sûreti lebendir (süt). Aşk ve muhabbetinki hamr (anlayamadığımız bir içecek), ulemânın, eşcâr-ı müsmire (meyveli ağaç), evliyânın, şümûs-ı münîre (parlak güneş gibi olan ışıklar) oldukları gibi bu âlemin âvâmı (halk) uyku hâlinde; havâsı (seçkinler) ise uyanık hâlde bu âlemin farklı ve fevkalâde şeylerini seyrederler. Bir kişi bu âlemde dolaşan mevtâyı, evliyâ ve enbiyâyı görse bu görüş âlem-i misâldedir. (M. c.3. s.320)

Ey birâder, günler vakitler ve feleklerin devri, dünyâ halkına göredir. Biz ma’nâ âlemine erişmişizdir. Bizde sabah, akşam, sene ve saat kaydı yoktur; uzun veyâ kısa zamanın bizimle münâsebeti yoktur. Zîrâ rûh âleminin bir yılı bu âlemin bin yılı gibidir. Hattâ bir ânın içinde bin yıl gizlidir. Peygamber ve evliyâ hazerâtının hârika hâlleri bu sırrı açıklar. Bâyezîd- Bistâmî radıyallâhü anh şöyle nakleder: Sultân-ı zîşân sallallâhü aleyhi vesellem, bir an içinde bu kadar gökleri, yerleri, cennet ve cehennemi seyredip Hazret-i Hakk’ile bin kelâm söyleşip ceberût âlemini seyretmişken, yataklarının ısısı soğumadan makamlarına gelmişlerdir. (Mc. 3, s.486)

ELİNDEKİLERİ KAÇIRMA

Her şeyi fehm ve idrâk edemezsen bile anladıklarına sıkı sarıl. Bir kişi Ceyhun suyunun hepsini içmeye kâdir olmasa bile susuzluğunu gidermek için bu sudan içmeyi bırakmaz. Bunun gibi Peygamber-i zîşânın ilim ve esrârı bu ağza gelmez ve sözleri de yazılara sığmaz olsa bile, gınâ gelince ve doyuncaya kadar (ki doymak mümkün değildir) onun ilim denizine susamış tâlipler ve ehilleri bu deryâdan bâzı sözleri yazmaktan ve açıklamaktan kaçınmamalıdır. (Ehl-i sünnet ulemâsı işte bunu yapmışlardır). (M. c.3 s. 503 )

MUHTEŞEM BİR BEYT

Nî çû mi’râc zemînî tâ kamer /// Belki çün mi’râc kilk tâ şeker

(Bu, zemîne yâni dünyâya mensûb olan insânın Ay’a yükselmesine (çıkmasına) benzemez. Bunun yükselmesi toprağa âit olan kamışın şekere yükselmesi gibidir.) (M.c. 4, s. 114 )

Düşünebiliyor musunuz, 13. asırda da bir insan çıkacak ve dünyâya ait bir insânın Ay’a çıkmasından bahsedecek. Bu, o devirde Hristiyan ülkelerinin herhangi birinde söylenmiş olsaydı, bunu söyleyeni deli diye derhâl yakarlardı.

Ayın fizikî yapısı hakkında ilk bilgiyi MS. 2. binde Yunanlı Lukianos vermiştir. 1705’te Daniel Defoe “Birleştirici ya da Dünyâdan Ay’a İletişim” kitâbını yazdı. Burada da Ay’a çıkma fikri falan yoktur. 1865’te Jules Verne “Dünyâ’dan Ay’a” adlı kitâbında yaklaşık 3 metrelik bir toptan fırlatılan bir füzenin 4 günde Ay’a ulaşacağını savunmuştu. Bu füzeye bir meteor çarptı ve parçalandı. 1918’de Georges Méliés olağanüstü sinema hîleleri ile “Ay’a Seyahat” adlı filmi çekti. Nihâyet ABD’li üç astronottan Neil Armstrong 1969’da Ay’a ayak bastı. Yâni bir İslâm âliminin verdiği kopyayı Batı 700 yıl sonra kullanabildi.

MÂDENLER VE YER ALTI

Yine yüce âlim, bizi şaşırtmaya devâm ediyor ve şöyle diyor bir beytinde: “Onun zâhiri onun bâtını ile ceng ve husûmette olmuştur. Meselâ toprağın altı cevher gibidir; üstü de taş gibidir. Gerçekte onun bâtınının (altının, içinin) gevher gibi olduğu bu kadar cevâhirin, eserlerin ve güzelliklerin toprak altında olması onun altının kıymetine şâhittir.” 

Günümüzde petrol, mâden veyâ mâden kömürü rezervlerine gevher (cevher) deniyor. (Burada tabîî ki can cevheri ile vücûd arasındaki mukayese de söz konusu edilmiştir.)

İmparatorlukta ilk mâden kömürünü bulan bir Türk’tür ve adı Uzun Mehmet’tir. (8 Kasım 1829)

1859’da Edwin Drake ABD’de ilk petrolü fışkırttı. Kopya yine Hazret-i Pîr’den.

DEPREM GERÇEĞİ

Hazret-i Mevlânâ evvelâ filozofların deprem gerçeğine temâs eder ve der ki: “Filozofların dediklerine göre zemînin altına havâ dâhil olursa buharlaşan akım bir zorlama ile damarı sarsar. Ama bunlar Cenâb-ı Hakk’ın fâil-i mutlak olduğunu bilmezler, ancak sebep ve âleti görürler. (Evet, bu bir fizik kânûnudur, ama bunun da âdet-i ilâhiyyeden olduğunu kabûl etmezler.) ( M. c.4 s. 866 )

Mevlânâ devam eder. Bir kaynak şöyle der: “Dünyânın birçok yerinde damarlarım ve köklerim vardır. (derece derece deprem kuşakları) Bunlar bana bağlıdır. Cenâb-ı Hakk bana emreyleyince o damarı ve ona bağlı kökleri harekete geçiririm; sâkin ol deyince sükûnet bulurum. Demek ki her an harekete hazırım. Fakat benim bu hareketimden dünyâda nice işler ve eserler meydana gelmiştir. (Kökler asıl enerjinin çıkmasını sağlayan fay kırılmaları, damarlar ise fay hatlarıdır.)

Bu eserler ve işler dediği de her hâlde dünyâ oluşumundaki tabîî mükemmelliklerdir. Bir toplantıda Prof. Dr. Ercan, “Depremler olmasaydı ovalar, platolar ve yaylalar oluşmazdı” demiştir.

Filozofların su buharı sıkıştırması deprem teorisi yabana atılır bir görüş değildir. Zâten filozoflar birçok yerde ilmî gerçeklere doğru teşhis koymuşlar, ama sâdece sebebi dile getirmişler; Fâil-i mutlakı hiç düşünmemişlerdir. Bu da ilmî kibirden kaynaklanan büyük bir hatâdır.

MEVLÂNÂ TÜRK MÜ?

Mevlânâ’nın Türklüğü hep tartışılmıştır. En büyük eserini de Farsça yazdığı için bu tartışma tabîî ki yersiz değildir. Onun Arapça ve Türkçe şiirleri de vardır. Bulunduğu ve doğduğu yer Belh’dir (Afganistan). Bu alanda yüksek oranda Farsça konuşulması, bu dilin zenginliği ve edebî estetiği onun bu Farsçayı kullanması için zâten geçerli sebeplerdendir.

Kendi dediği bazı sözler onun Türk olma ihtimâlini yükseltmiştir. Meselâ en mühim açıklaması “Aslem Türkest egerçi Hindû gûyem” (Yâni her ne kadar Farsça söylesem de aslım Türk’tür.) Hiç kimse durup dururken kendisini bir başka millete mensup saymaz.

Veyâ bir başka beyitteki Türk övgüsü de onun Türk olduğuna bir delîl olarak gösterilebilir: “Hâşâ Türk bir nâra attığı zaman erkek arslan bile korkusundan kan kusar.” (M. c.5, s,633 )

Bir diğer beyitte, Türk der ki: “Ey konuk! Benim kapıma gelin ama köpeksiz gelin. Edep ile göstereceğim yönden gelin. Yoksa benim de köpeğim var; ağzınızı ve dilinizi korkudan bağlar. (M. C. S. 655)

TIBBÎ KONULAR

Tıbbın birinci temeli az yemek ve perhizdir. Hazret, bir beytinde şöyle der: “Kâle aleyhisselâm: El berdetü külli re’si dâin ve’l-himyetü külli re’si devâin. (Bütün dertlerin başı oburluk, aşırı yemektir. En büyük şifâ kaynağı ise az yemek yâni perhizdir.) (Bunun şöyle bir nakli de vardır: El mi’detü külli beyti dâin) Yâni bütün dertlerin evi mîdedir (dolu bir mîde). Mevlânâ der ki: İnsan açken her yemeği beğenir. Tokken en güzel yemeği bile yemek istemez. O hâlde nefsini terbiye et ki mübahlara bile ölçülü yaklaşasın. Tasavvuf bunu sağlamıştır: Yâni kût-ı lâ-yemût (ölmeyecek, yâni ibâdet edecek kadar yemek) ve kifâf-ı nefs (yaşamaya yetecek kadar rızık) Yemek için yaşamak değil; yaşamak için yemek. Kibâr kelâmı ne hoştur: “Mîde tehî ten-dürüst; kîse tehî din dürüst.” (Yâni, mîden boşsa bedenin, kesen de boşsa dinin sağlıklıdır.) Tabîî ki kese doluluğu insanı azdıracak kadar olan zenginliktir. Yüce Resûl buyurdu ki: Mal tehlikeli bir yılan gibidir. Mevkî ve makam ondan da tehlikelidir. (Tabîî ki zekâtı verilen ve her türlü yardıma harcanan para ile adâletle hükmedilen makamlar çok ama çok şereflidir.)

EFLÂTUN MU FEREZDÂK MI?

Mevlânâ hazretleri çok bilinen bir sözü “kâle Eflâtun” diye nakleder. Bunun 7. asırda yaşayan Ferezdâk tarafından söylendiğini nakledenler de vardır. Söz kimin olursa olsun güzeldir: “El felekü kasiyyün-El havâdisü sihâmün-El hedefü insânün- El râmü hüvallâh--- Eyne’l-mefer.” (Yânî Felek bir yaydır. Olaylar birer oktur. Hedef insandır. Atan da Allâhü teâlâ ise nereye kaçarsın?)

BÂTINÎ DEĞİLDİR

O her hâl ü kârda daha evvelki beyitlerde ve yazımızda belirttiğimiz gibi üstün bir Sahâbe ve Dört Halîfe sevgisiyle doludur. Namaz onun için ibâdetlerin en büyüğüdür ve bir Müslümân hep namazdaymışçasına Rabbinin huzûrunda ve mürâkabesinde olduğunu unutmamalıdır, der. Bir beyitte “Gerçi namâz beş vakit bildirilmiştir amâ (âşıklar) mü’minler hep namazda gibi huzûrda olduğunu unutmazlar.” “Onlar namazlarında dâimdirler ve ihmâl göstermezler. (Meâric sûresi, ayet 26)

“Namaz, zekât hac ve ibâdetler dînimizin direkleri ve şâhitleridir” der Hazret-i Molla.

Hazret-i Mevlânâ’yı doğru anlamak ve doğru anlatabilmenin birinci şartı Ehl-i sünnet îtikâdında olmaktır. Ayrıca bu büyük İslâm âliminin sözlerini anlamak için vasat düzeyin de üstünde bir müsbet ilim bilgisi, tasavvûfi sözlerini anlamak içinse evvelâ düzgün bir îtikâd gereklidir. O ne bir filozof, ne kupkuru bir şâir, ne de Ezop mukallidi hayvan hikâyeleri yazan biridir. O Evliyâullâhdan bir zât-ı şerif olup Efendimizin buyurduğu “Ümmetimin âlimleri Benî İsrâîl Peygamberleri gibidir” hadîs-i şerîfine mazhar olmuş mübârek bir zâttır.

Tekrar görüşebilmek ümîdiyle…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.