“Ben elimden geleni yapayım! Rabbim ne dilemişse o olur!.."

A -
A +
“Hasan evladım, kazanırsan dost kazan, düşmanı anan bile doğurur!..”
 
 
Sevmek, hiç anlatılır mı kelimelerle?
Hayat biter, ömrün geçer velimelerle!
Sevmek; farklı bir şeydi, izahı olmayan, tarif edilemeyen, içten içe, inceden inceye insanı yakan, yıkan; dumanı olmayan bir ateşti. Uzaktan yakından akraba, komşu olmaktan dolayı değil de sebepsiz sadece onu hayal edip onu düşünme... Hem de gece gündüz... Hangi durum ve şartta olursa olsun fark etmez, harpte bile onu yanında, yakınında bilme... Belki de “sevda” buydu.
“Yoksa ben…” dedi, gerisini getirmedi. Bu farklı bir hissiyattı, başka bir şeye hiç benzemiyordu. Peki bu ne biçim, ne menem sırdı ki insanlar çözemiyordu?
“Muhabbet; öyle anlatılmaz Hasan Efendi, o yalnız yaşanır ve kalpte hissedilir sadece. Tarife sığdıramazsın. Kelimeler az gelir, zayıf kalır cümlelerin” diyecek oldu, vazgeçti. Söylemeye zaten mecali yoktu. Olanları da muhterem validesine, canı gibi sevdiği bacısına saklıyordu. Bütün kuvvetiyle iyi görünmek istiyordu onlara. Nereye kadar peki? Gidebildiği kadar elbette! “Ben elimden geleni yapayım! Rabbim ne dilemişse o olur! Âmennâ ve saddaknâ...” diye düşünüyordu.
Hayal kurmasını pek severdi oldum olası. Rahmetli Ganime nineciğinden sık sık duyduğu; “Pehlivanım, Hasan evladım, kazanırsan dost kazan, uzağa gitme hiç, düşmanı anan bile doğurur” sözleri kulaklarında çınladı. İçini okşadı huzurla. Sadece fersiz “canım nineciğim” diyebildi.
Muhayyilesini iyice derinleştirmek, bilhassa bu bitmesini hiç istemediği hayallerinin devam etmesi için yorganı üstüne çekti. Ne yapsa da nafile! Kabına da, yatağına da sığmıyordu. Zar zor doğruldu, kalktı, duvarlardan tutunarak pencereye vardı. Anacığının uzun kış gecelerinde ördüğü dantel perdeleri yavaşça kaldırdı. Güneşte kavrulmuş, yer yer çatlamış ahşap sürgüyü yavaşça yukarı itti. Eli titreyerek mandalı yerleştirdi. Serin güz rüzgârı yüzünü yalayarak odaya doluyordu. Bitişikteki; duvarları çatlak, eğreti, sanki yıkılacakmış gibi rastgele sıralanmış toprak damlara baktı. Uzaktan yakından, gelen çocuk bağrışmalarını, ağlamalarını duyunca; “çocuk her yerde çocuk, dünya yansa bir horum otu yanmayan tek mahluk” dedi. İnsanların rastgele koşuşturması, horoz sesleri, köpek havlamaları hayatı, yaşamayı, dünyayı hatırlatıyordu hep.
Derin derin soluklandı, defalarca...
“Hey dadaşlar diyarı, eşsiz şehir! Hey yiğitler ocağı’! Aslanlar yatağı, evliyalar, âlimler, âşıklar memleketi Erzurum! Şarkın kalası, medeniyetin payitahtı...” Aklından daha neler geçmiyordu ki! Böyle kendi kendine konuşarak, ufukta beliren pamuk yığını bulutlara oradan da bu sefalet yuvası evlere kaydı gözleri.
Askere gitmeden önce son gördüğü çiçek desenli sarı elbisesiyle Züleyha karşısındaymış gibi o tarafa tebessüm ederek bakıyordu. Gözleri karanlık bir noktaya sabitlemiş, zaman, mekân durmuştu sanki. Hasret dolu yürekceğizi kabarmış, taşacakmış gibiydi. O hayallerini süsleyen sevdalısı acılarını dindiren veya unutturan yegâne isimdi. Ona olan muhabbetini anlatması zordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.