Küçük bir dağ köyünden çıkmış, hayatı insanları anlamaya, dünyayı tanımaya çalışırken hep örselenen bir garip olmuştum...
Bütün hayâtım, gücüm kuvvetim nisbetinde hep çalışmakla, zorluklarla mücâdeleyle geçti. Ne kadar hamd ve şükretseydim de yine de azdı. Küçük bir dağ köyünden çıkmış, hayatı insanları anlamaya, dünyayı tanımaya çalışırken hep örselenen bir garip olmuştum. Rabbim ihsan etti “su akar yatağını bulur” misali aradığım asıl hüviyetime kavuşmuştum. Büyüklerim kıymetli olduğumu bana yeniden hissettirince durmadım duramazdım. Son nefesime kadar hak, hukuk esaslarına münasip doğru zamanda ve zeminde, doğru insanlarla bulunmak için elimden geleni yaptım elhamdülillah. Bir vakitler hiç mesabesinde, kıymeti olmayan sonra hizmetlerin merkezinde her şeyi olan biri olmakla şereflendim. Sakın yanlış anlaşılmasın! Size veya bir başkasına nasihat edecek ne vaktim var ne de imkânım. Yazdıklarım hep azgın, taşkın ipe sapa gelmez nefsim için!
Nefsim, bülbül gibi başla figana!
Zulmünü izhar et bütün cihana!
Deliye dönmeden kavuş o ana.
Nefsim, sana ne söylesem pek azdır,
Tövbe kitabına ismini yazdır!
Doymayan bir hırsa açtın kucağı,
Ne yazık yıkıldı gönül ocağı.
Katıp karıştırdın köşe bucağı!
Ey kâfir nefsim, ne söylesem azdır!
Pişmanlık kitabına ismin yazdır!
Bu hâinin yoktur dünyada eşi,
Nefsim, yakmış seni, dünya ateşi.
Kandırıp küstürmüş nice kardeşi,
Nefsim ne desem ne söylesem azdır,
Nedamet kitabına ismin yazdır!
HOCA, dertlerine deva olmuyor,
Tabibin yaraya neşter vurmuyor.
Hain nefsim iflah olup durmuyor,
Ey zalim nefsim ne söylesem azdır,
Git aşk kitabına ismini yazdır!
***
Çetin bir kış günü... Camın arkasından seyrederken dışarıyı, rüzgârın şiddetiyle camlara çarpan karlar dikkatimi çekti. Gördüğüm manzara çetin kışın kuvvetini göstermeye yetiyordu. Gayriihtiyari onlarla konuşmaya başladım:
“Esin rüzgârlar, yağın üstümüze üstümüze ak kelebekler gibi karlar! Hem esin hem de yağın! Durmadan soğuğu üfürün, beyaz örtülerle her tarafı kaplayın! Sakın ha hiç durmayın! Tipi boran olun, beton yığınlarını çatılara kadar karlara gömün! Haddini bilmeyen, vefâsız, nankör insanları hatta onların tohumlarını dahi silip süpürün! Şehrin kirini, pasını utanılacak şeylerini tertemiz örtülerinizle kapatın! Neyiniz varsa yağdırın üzerimize... Görüyorsunuz, bu zavallı insan denen mahlûkların kepazeliklerini!” Bir ara düşündüm “Kendi kendime konuşmalarımı duyanlar bu adam kafayı sıyırmış!” derler. Aklıma gelenlerden utandım. İçimden “Söyleyene değil söyletene bak” dedim.
Gece aralıksız yağan kara rağmen sabahtan erkenden kalkmış, kahvaltımı yapmadan, işime vaktinde yetişebilme telâşıyla yollara düşmüştüm. Karagümrük, Karabaş Veli Cami-i şerifi yakınında oturuyordum. Servisimiz ise Fatih Darüşşafaka Caddesinde, Hakikat Kitabevinin yakınlarında bir yerden kalkıyordu. Piyade olarak yirmi, yirmibeş dakikaya ancak varabiliyordum. Servise yetişememenin ne demek olduğunu pekâlâ bilenlerden olmama rağmen kıl payı kavuştuklarım da oluyordu. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...