"Münakaşanın, münazaranın galibi yoktur. Dostun dostluğunu giderir, düşmanın da düşmanlığını artırır."
Çok mahcup oldum, utandım, sıkıldım, o kadar soğuğa rağmen terler dökmeye başladım. Ben ne fena şey yapmışım da haberim yokmuş meğer! O kadar yaya yürüdüğüme mi yanayım, yoksa bu dinlediklerime mi, bilemiyordum. Trafik zaten insanı çıldırtıyordu bir de bu hakarete varacak kadar incitici laf atmaları duyunca moralim iyice bozuldu.
Sabah sabah, çok sevdiğim işime büyük bir sıkıntıyla gidiyordum. İçimden “lâ havle” çekiyor, ne pahasına olursa olsun cevap vermemeye kendimi şartlandırıyordum. Büyüklerimizin sohbetlerinden sabrın ehemmiyetini anlatan veciz cümleler aklıma geliyor, biraz rahatlasam da o yine:
"Ne biçim adamlar var Allah Allah? Görüyorsun kardeşim araba hareket etmiş, niçin durduruyorsun? Madem işe gideceksin zamanında gelsene! Bunlarla iş mi yapılırmış? Mesuliyet denilen bir şey var! Yat yat, keyfine göre gel, arabayı durdur, hiçbir şey olmamış gibi de utanmadan sıkılmadan bin, insanları rahatsız et! İçimden “Ya şuna bir cevap ver" diyorum ama büyüklerimiz aklıma geliyor:
"Münakaşanın, münazaranın galibi yoktur. Dostun dostluğunu giderir, düşmanın da düşmanlığını artırır."
"Men sabere, zafere/Sabreden zafere ulaşır."
"Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır..."
"Sabrın sonu selamettir."
"Sabreden derviş, muradına ermiş."
Daha neler neler aklıma gelmiyordu ki...
İçimdeki med-cezirleri anlatmam oldukça zor. İç âlemimde iki ayrı şahsiyetin mücadelesi vardı. Biri; "Bir sus be kardeşim! İnsan hiç yorulmaz mı?" demek istiyor, diğeri; "Sana cevap vermek hiç yakışır mı? Buradaki insanlar her şeyi görüyor, suçumun olmadığını da... Aldırma, sabret. Vardır bir hikmeti" diyor, itiraz eden tarafımı bastırıyordu. Ben de inadına susup bir şey diyemiyordum.
Maalesef; bu abimiz hiç yorulmadı. Arabadan inene kadar sözlü tacizde bulundu. Mahallî deyişle; anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdi. Bazen yan gözlerle bakıyorum, diğer arkadaşların da rahatsız olduğunu görüyorum. Hattâ bazıları başlarını sallıyor, gözlerini sağa sola çevirip "yeter be kardeşim!" demek istiyorlar ama onlar da hissiyatlarını sesli terennüm edemiyorlardı.
Kesin kararımı vermiştim, ağzımdan lehte ve aleyhte bir kelime çıkmayacaktı. Bu sefer de;
"Adam ne pişkinmiş be birader, yüzü manda derisiyle kaplı! Ne vurdumduymazmış meğer..." lafları geliyor, ben ise "ya sabır" çekmeye devam ediyordum.
Dura, kalka gittiğimiz yol da bitti ben de lakin her biri demirden bir leblebi gibi insanın içine oturan sözler, bitmek nedir bilmiyordu.
Herkes rutin işine başladı ama bir saat süren yolculuk boyunca dinlediklerimin tesirinden kendimi hiç kurtaramamıştım. Dumansız bir baca gibi içten içe yanıyordum. Gülüp söylesem de içim kan ağlıyordu. Pek fena hâldeydim.
"Bu da geçer ya hu!"
Kalmadı bende huzur,
Her şey bana dokunur,
Yoluna baka baka,
Gözümde kalmadı nur.
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...