“Dadaşlarım uyanın! Yatacak vakit değil! Haydi gazaya!..”

A -
A +
Evet, yanılmamıştı. Bu ezânı Seyyid Hafız Osman Bedreddin Efendi okuyordu... 
 
Tam çaresizlik, kafa karışıklığı içinde tutuşmuş yanarken, kapıların “tak tuk” birer birer açıldığını, uzaktan kadın çığlıkları, çocuk ağlamaları duyar gibi oldu Nene. “Herhâlde kâbus görüyorum” dedi. Bu saatte, bu kış kıyamette kim, hem ne diye dışarıya çıkacaktı ki? Odanın tek olan penceresini açtı. Açar açmaz da daha şaşırdı. Derinden; gümbür gümbür davul sesleri de dâhil bağrışmalar, “imdat” sesleri geliyordu. Herkes gibi, önce ne olduğunu tam anlamadı, olup bitene bir mana veremedi. İyice kulak kabarttı. Düğün değil, sahur da değildi. Ya bu neyin nesiydi?
Gece ve sebebi belli olmayan bağrışmalar, insanı korkutuyordu. Nene sakin olmaya çalıştı. “Tam seher vakti” dedi. Sesler, gittikçe çoğalıyor, daha yaklaşıyordu.
Birden; tüyleri diken diken eden “Allahü ekber! Allahü ekber!” nidalarıyla irkildi. “Fe sübhanallah! Bu vakitte sala, ezan sesi bu” dedi, sağa sola bakındı! Yakınlarındaki Ayaz Paşa Câmii şerîfi minaresinden geliyordu bu ulvi ses! Böyle gece yarısı ezan okumak da nereden çıkmıştı? Müezzinin biri de başka bir minareye çıkmış yanık, içten o davudi sesiyle: “Dadaşlarım uyanın! Yatacak vakit değil! Haydi gazaya!” diyerek halkı uyandırmaya çalışıyordu. Diğer câmilerden de aynı şuur ve heyecanla seslerin yükselmesi, işin vahametini gösteriyordu. Ne olup bittiğine tam mana veremeseler de bir anda topyekûn Erzurum ayaklandırılıyordu…
Nene Gelin, “Erzurum’un, dadaşların ölüm salası mıydı acaba?” diyecekti kıyamadı, yutkundu. Sadece iki gözü iki çeşme o da ağlamaya başladı... Bir şok geçiriyordu belli ki.
Bu ezânı Seyyid Hafız Osman Bedreddin Efendi okuyordu. Evet, yanılmamıştı. Çeperli’den epey aşinalığı vardı. İhlâs ve sadâkatle öyle okuyordu ki, Erzurum'un dağı, taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, tekrar ediyordu. Ses, dalga dalga yayılıp, ufukları aşıyordu.
Sala, ezân ve imdat sesleri, aklını başına getirmişti. “Evdekiler kalkmadan, bebeğim uyanmadan ne yapacaksam yapayım” dedi, kapıyı açtı, açtı ama dışarı adım atacak kuvveti yoktu. Ayaklarının bağı mı çözülmüştü, yoksa inme inmiş, bambaşka bir hâl mi kaplamıştı bilemiyordu? Okuyan da bir başka okuyordu ha; yanık, içten ve ağlayarak… İnsanın, direkt kalbine nüfuz ediyordu, her bir kelime. Osman Bedreddin Efendinin “hâl ehli” olduğu belliydi.
Nene’nin şakaklarından akan iki damla soğuk terdi, başka bir şeye benzemiyordu. Bitmişti, tükenmişti hepten! Bütün bedeni öyle, sanki ölmemişti de mecazi mânâda ruhu göçmüştü sadece… Vücudu, onun ifadesiyle et yığını olarak kalmıştı. Çok geçmeden terler oluk oluk akmaya başladı durmaksızın. Dayanılmaz bir acı sarmıştı her yanını… Sonra aklına ne geldiyse, ferahlar gibi oldu. Hüzün, keder; yerini tarif edemediği bir havaya bıraktı. Hem korku, endişe, hem de huzur, bu iki zıt ruh hâli “delilik” işareti miydi yoksa? DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.