MİNÂRE, ŞEREFE VE KUBBE

A -
A +
Son asrımızın en büyük eserlerinden biri, şüphe yok ki “İstanbul Havalimanı”dır.  Sahasında dünyanın en değerlisi. En gelişmiş ülkelerin havaalanlarını görünce bizim havaalanımızın ne denli kıyas kabul etmez üstünlükte olduğunu fark ediyor ve bu günleri yaşattığı  için Allah’a şükrediyoruz. 40 yıl önce ilk defa Frankfurt Havalimanı’nı, Alman çevre yollarını kullandığımızda  ülkemiz adına nasıl hayıflandığımızı anlatmak ayrı bir yazı mevzuu olur. İstanbul Havalimanı, böylesine güzel ve değerli, tek kelimeyle eser. Kaldı ki bu eser, daha tamamıyla bitmemiş. Her şey bittiğinde sanki içinde havaalanı da olan kocaman bir şehir ortaya çıkmış olacak. O’na bakışımız bu. Verdiğimiz değer böylesine yüksek. Ama… Böyle bir eserde öyle bir hata işlendi ki inanılması mümkün değil. Havalimanı, hizmete açılırken alana tam girişte bir de câmi yapılıyordu. Biz, o günden huylanmıştık. Çünkü tuhaf bir inşaat yükseliyordu. Sanki bir karpuz kapak kısmından kesilmiş ve milyon kere büyütülmüştü. Gözü rahatsız ediyordu. Bizim böyle bir mimarimiz yoktu. O zaman minareler daha şekillenmemişti. Emin olunuz  bir hilkat garibesiyle karşılaşacağız diye elimiz yüreğimizdeydi. Eyvah ki korktuğumuz oldu! Bugün İstanbul Havalimanı Câmii, gövdesiyle,  kubbesiyle,  hele hele minareleriyle bizimle alâkası olmayan bir mimariye sahiptir.  Bu sakil mimarili câmi, insana İstanbul’a değil de Tahran’a girdiği intibâı veriyor. Gövde ve kubbenin  hangi mimaride olduğu meçhulümüzdür. Minarelerse tam malumumuz. İstanbul Havalimanı Câmii’nin minareleri İran mimari üslubundadır. Bu hatadan rücu edilmesi gerekir. Islahı mümkünse her şeyiyle ıslah edilmeli, değilse yıkılıp yeniden yapılmalıdır. Bizim dînî mimârimiz, Abdülmennan oğlu Sinan’da şâhikasına ermiştir. Muhteşem Süleyman bir Cihan Padişahı, Aziz Mahmud Hüdâyî bir gönül  sultanı, şair Mahmud Abdülbaki bir Cihan Devleti Şairi olduğu gibi Mimar Sinan da bir Cihan Devleti Mimarıdır.  Bugün hiçbir mimar, hiçbir kibir ve evhama kapılmasın, kendisini de  kimseyi de yormasın. Mimaride Koca Sinan aşılamaz.  Bu hakîkate riayet edildiğinde bugün de güzel eserler verildi: İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan “Mimar Sinan Camii” hem bir  vefa eseri ve hem de Sinan üslûbunun muvaffak bir devamıdır. Bu  misalleri Ankara merkezde  aynı üslûpla yapılan câmi, Büyük Çamlıca Câmiî, Amerika Maryland’daki Washington Câmiî Külliyesi.. diye çoğaltmak mümkün. Hatta Kocatepe Câmiî ve Adana’daki Sabancı Câmiî de  Sinan üslûbunda eserlerdir. Demek ki  mimarlarımız isterlerse, emsalsiz üstadları merhum ve mağfur Mimar Sinan Hazretlerinin takipçisi olarak güzel eserler inşa edebiliyorlar. Hâl bu iken İstanbul Havalimanı’na ve mü’minlerin vicdanına bu kötülük niye? Ancak; vahim manzara bundan ibaret değil: Altunizâde’de “İlahiyat Câmiî” isminde bir câmi yapıldı. Câminin içi ferah. Hatlar, Hüseyin Kutlu Hocanın fevkalâde eserleri. Buraya kadar denecek bir şey yok. Hulefa-i Raşidinin isimlerinin asılı olması da teşekküre layık. Ama minarelere bakınca  hayret ve teessüre  kapılmamak mümkün değil.  Bu garip minareler, mânâdan çok maddeyi  çağrıştırıyor. Şerefe yok ve  göğe yükselen şehadet parmağı havasında.  Bu câmi ve minarenin bir benzeri Yenibosna’da. Onlara üzülürken üçüncüsünü de gördük. Şehidler Köprüsü’nün Anadolu ayağına yapılan mescide de bu tuhaf minare yakıştırılmış. Bu son iki câmiîn minâresi de güya göğe yükselen şehadet parmağı şeklinde ve onların da şerefesi yok. “Ecdad, onbeş asırdır minâreyi şehadet parmağı şeklinde  yapmayı düşünemez miydi?” Mısra ile  mimari karışması hata olmuştur. Daha vahimi; şerefe niçin yok. Mantık şu mu? “Artık  mikrofon ve hoparlör var,  şerefe niçin olsun?” Bu düşünce felâkettir. Ümid ederiz ki o minârelerde şerefe vardır lakin biz görmemişizdir. Ancak yanıldığımızı tahmin etmiyor hatta  üzüntümüzün artacağından korkuyoruz: Bilen bilir ve arşivler şahiddir  ki Taksim’e cami yapılması teklifi,  ‘80’li yılların ortalarında ilk defa bu fakir tarafından bu sütunda dile getirilmiş, Türkiye gazetesi, teklifimize sahip çıkmıştı. Sonrasında yıllar boyunca bu büyük ihtiyacı yazılı ve sözlü olarak tekrar tekrar dile  getirmiştik. Taksim Camii, şimdi şükürler olsun ki sona yaklaştı. Minareler de yükseldi. Ne var ki  minârelerde şerefeler hâlâ yok. Acaba şerefe yapılmayacak mı, yoksa sonradan mı ilâve edilecek? Oradan her  geçişimizde büyük bir merak ve dikkatle bakıyoruz. Görüldü ki mimaride bile örtülü bir çekişme var. Birileri yenilik adına reform peşindeler, diğerleri ecdâdı takip ediyorlar. Bütün bu bahisler için Mevlid-i Şerif Haftasında sadece takdir ve tebriklerimizi yazmayı çok isterdik. Ne var ki  doğruyu saklamak kötülük olur. Bugün bizim ümmet olarak da millet olarak da Namaz Vakti, Sahur Vakti, Oruç Vakti, Bayram Başlangıcı, Ezanın Okunma Şekli gibi çok temel birkaç mes’elemiz vardır. Onlara çare bulamadan fikir birliği yapamadan bu defa da İran üslûplu minâre ve şerefesiz minâre problemleri çıkageldi. Çıra ışığında merdivenleri döne döne  şerefeye yükselip  billurdan bir insan sesiyle Ezan-ı Muhammediyi  aslı gibi okuyup  gönülleri uyandıran o mübarek müezzin efendiler devrinde câmiler, 5 vakitte de dolup taşıyordu. Şimdi neredeyse her eve bir hoparlör bağlanacak lâkin câmiler sadece cumaları dolmakta? Niçin? Biz, neyimizi kaybettik? Çok şeyimizi kaybetmiş olmalıyız; ki İstanbul Havalimanı’na giderken Göktürk’ün yol kenarındaki utandıran görüntü, anlayana çok  şey söylemekte. Câmi minaresi çirkin bir şekilde baz istasyonu yapılmış!.. Özür dileriz. Kanuni, Hüdayi, Baki, Sinan… Ey ulu ecdat; sizden, hepinizden  özür dileriz. Liyakatsizliğimiz için özür dileriz.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.