İSTİKLÂL MARŞI

A -
A +
Türk Bayrağı ve İstiklâl Marşı, anayasa ile kayıt altına alınmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 3. Maddede "Türkiye Devleti’nin Bayrağı, şekli kanunda belirtilen beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı, İstiklal Marşı"dır, der…
Şu anki yazı mevzumuzla alâkası olmasa bile şuna dikkat çekmeden geçemeyeceğiz:
3. Maddede "Türkiye Devleti" diye başladıktan sonra bu tarifler yapılmakta ve dilin Türkçe ve başkentin Ankara olduğuna işaret edilmektedir. Bize göre bu cümlenin kuruluşu doğrudur. Zira 1. Maddede yazılı olduğu gibi ‘‘Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir." Bilindiği gibi "cumhuriyet", devletin idare şeklinin adıdır. Bundan olmalı ki 1793’ten beri kullanılan Bayrak bu şekilde tarif edilmiş ve cumhuriyetten evvel kabul edilen Millî Marş da yine böylece kaleme alınmıştır…
Maarif Vekâleti, İstiklâl Harbi’nde Türk Ordusu’na mânevî destek için bir şiir müsabakası açtı. Yarışmaya 724 şair veya şiir iştirak etti. Ancak; Bakanlık, bunları millî marş olacak kıratta bulamadı. Mehmed Akif Bey, müsabakaya katılmamıştı. Yarışan şiirler maksada yetmeyince Maarif Vekili Hamdullah Subhi Bey, Mehmed Akif Bey’e giderek bu şiiri O’nun yazması için ikna etti. Şair, 5 Şubat 1921’de Tâceddin Dergâhı’na kapandı, 48 saatten az bir zaman zarfında beklenen veya aranan şiiri bitirdi…
Mustafa Kemal Bey’in 12 Mart 1921’de Meclis Reisliği yaptığı celsede Maarif Vekili Hamdullah Subhi Bey, bu şiiri okudu. Meb’usan, "İstiklal Marşı’nın güftesini ayakta alkışladılar. Aranan şiir bulunmuştu. Reye sunulmaya bile hacet görülmedi. Akif’in eseri, ilk olarak 17 Şubat 1921’de Hâkimiyet-i Milliye ve Sebil’ür Reşad gazetelerinde neşredildi…
Maarif Vekâleti, 1924’te beste müsabakası açtı. Bunu Ali Rifat Bey, kazandı. Daha sonra başka besteler de yapıldı. Farklı yerlerde farklı besteler okundu. 1930’da yeniden beste yarışması tertiplendi. Bu defa Osman Zeki Bey ile Edgar Manas’ın çalışmaları kazandı.
1925 ve 1937’de yeni bir İstiklâl Marşı yazılması teşebbüsleri olduysa da tutmamıştır. Nitekim Necip Fazıl’ın Çile şiir kitabındaki "Büyük Doğu Marşı" adındaki şiiri de 1937’deki bu yarışma için kaleme alınmıştır.
Mehmed Akif Ersoy’un hasta yatağındayken "Allah, bu millete, bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!" diye dillendirdiği dua, çok doğru ve çok yerindedir. Merhum Akif, İstiklâl Marşı olarak yazdığı Kahraman Türk Ordusu’na armağan ettiği şiirini Safahat’ına almamıştır. Herhâlde isabet etmiştir. Yine söze bir ara vererek şunu söyleyelim ki:
“Türkçe" ve Türkçeye dair irfan zenginliği ile öylesine oynandı ki sevenleri bile şairin kitabını yanlış telaffuz ederek "sefahat" demektedirler. Bu, vahim bir manzaradır. O kadar vahimdir ki yukarıda ismi geçen zevatı soy isimleriyle değil "Bey" unvanlarıyla yazmamız bile yadırganabilir. Neden böyle yaptık? Çünkü sözünü ettiğimiz tarihte, soyadının kabulüne daha 12 sene vardır. O zaman Meclis zabıtlarında bile isimlerin sonunda "Beğ" kelimesi gelmektedir. Hamdullah Subhi Bey, "Millî Eğitim Bakanı" değil, Maarif Vekilidir. Unvanları devirlerindeki gibi yazmak gerekir. Sonradan "Hamdullah Suphi Tanrıöver" olmuştur.
Diğer bir gerçek:
Eserler, teşekkül ettikten sonra sahiplerinden ayrı olarak bir şahsiyet kazanırlar. Bir şahsı mânevîleri olur. Mimariden şiire kadar her eser için böyledir. İstiklâl Marşı, anayasada olsa veya olmasa; orada değiştirilmez maddeler zımnında zikredilse veya edilmese o kadar da mühim değildir. O, kıyamete kadar bu milletin Millî Marşıdır. Bu marş, bu milletin kıyamete kadar dalgalanacak ay ve yıldızlı al bayrağının ruhunu; bir başka söyleyişle bu milletin inanç manzumesini terennüm etmektedir. Bundan dolayıdır ki "postmodern" etiketli 28 Şubat çılgınlığında darbeci cunta, İstiklâl Marşımızın mânâ ve ruhundan rencide olarak iptaliyle yerine yeni bir marş yazma hezeyanını telaffuz etme talihsizliğine bile düştüler. Akif’in duası tekrarlanmaya layıktır. "Allah, bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!"
Şunu da kayıt altına almak gerekir:
10 kıt’a ve her kıt’ası 4 mısra, sonuncu kıt’ası 5 mısra olan ilk TBMM’nin 12 Mart 1921’de kabul ettiği İstiklâl Marşımıza dair görüşlerimiz, kısaca da olsa yukarıdadır. Fakat bu demek değildir ki Akif’in Safahat’taki her şiiri kabulümüzdür. İnsanları devirlerinden koparmak mümkün değildir. Onlar, yıkım günlerini yaşamış insanlardır. O ruh hâllerinde bozuk insanlara kapılmışlıkları, bozuk cereyanlarla sürüklenmişlikleri var. Sözünün kendi tabiriyle "odun gibi" olmasından rahatsız olmayan Mehmet Akif Ersoy, Safahat’ta -maalesef- Türklerin Hakanı, gayrimüslim teb’anın Hükümdarı, Müslümanların Halifesi ve bugün bir yönetim dâhisi olduğu insafı olan herkes tarafından kabul edilen Abdülhamid-i Sâni’ye burada tekrarı mümkün olmayan galiz ve haksız hakaretlerde bulunmaktadır. Temenni ederiz ki bir gün bir yerlerden tövbe ettiğine dair birkaç satır çıkar. Sevilecek olan sevilmeli, lâkin eksik ve yanlışları da görülmeli…
Mehmed Akif’in damadıyla imtihan edilmesi ise yanlıştır. İnsanlar kendi fiillerinden sorumludurlar. Damat veya evlat bağlayıcı olmaz. Böyle bir şeye hukuk da izin vermez.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.