ASGARİ ÜCRET

A -
A +

Aileleri, bu ülke ve yarınlarımız için ter döken işçi kardeşlerimizin gelecek sene ne kadar aylık alacaklarına dair müzakereler iki haftadır devam etmekte. Bu müzakerelerde TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve DİSK olarak 3 işçi sendikası ile TİSK-Türkiye İşveren Sendikaları ve Hükûmet temsilcisi bulunmakta.

Geçen hafta işçi kesimi adına konuşan TÜRK-İŞ temsilcisinin dediklerine doğrusu çok memnun olduk. Asgari ücretin, vergi yükünden kurtarılması, yaşanabilir seviyede ve insan haysiyetine yaraşır olması… gibi konularda her 3 taraf görüş birliğine varmışlar. Türk-İş, temsilcisi, "böyle bir durumu ilk defa yaşadık" dedi.

Bu haberin ne anlama geldiğini bugünkü nesillerin çözmeleri çok da kolay değildir. Eskiden bırakınız anlaşmayı işçi, işveren, sendika ve hükûmet temsilcileri, aynı masa etrafında birbirlerine hiç de iyi olmayan nazarlarla bakarlardı. Müzakereler zar-zor olur, fakat bir netice çıkmazdı. Tarafların muhataplarına karşı kullandıkları hakaretamiz kelimeleri burada tekrar etmeyeceğiz. Masada herkes, burnundan solurdu. O esnada herkesin kaşları çatık ve canı burnundadır. Sonunda toplantı terk edilir, grevler yapılır, fabrika veya fabrikalar susar, iş yeri önlerinde beyaz yelekli "grev gözcüleri" nöbet tutar, bazen de o gözcüler işçi değil, sosyalist militanlar olurdu. Bununla da kalınmazdı. Pankartlar açılır, o pankartlardan ideolojik boyalar dökülür, günler heba olur, şehir sokaklarını korku sarar, olup-bitenden nihayetinde topyekûn memleket ziyan görürdü. Bazen de işveren çalışanları topluca kapı önüne koyar bu kıyıma da "lokavt" denirdi. İş hayatımız, iki anlaşılmazlık arasında her sene tekrar eder biçimde gider gelir, hazine zayıflar, dışarıya avuç açma mecburiyeti katmerlenirdi.

Gündem çok dolu olduğundan TÜRK-İŞ temsilcisinin söylediği müjde değerindeki söz üzerinde layıkıyla durulmadı. Aslında denilen, iş barışımız ve kardeşlik adına çok önemliydi. İç barışın sebeplerinden biri şüphesiz ki iş barışıdır. Demek ki o masada hınçlar, öfkeler değil, itidal, anlayış ve akıl hâkim olmuş.

Bunun devamını bekleriz.

Beklemeliyiz.

İşçi ve emekli ülke huzuru için iki değerli unsurdur.

İkisinin de ele-güne muhtaç olmaması, insanca yaşaması gerekir. İşçilerin kıymetini bilme vazifesi işverene, emeklilere özen gösterme mükellefiyeti de devlete düşer.

Mademki işçi, işveren, Hükûmet ortak bir idrakte buluşabilme faziletine vardılar o zaman mes’elenin insânî ve İslâmî tarafını biraz daha derinleştirmeliyiz:

Bir kere, mevzuun adı "asgari ücret " olmamalı. Verilen ve alınan paranın adı "maaş"tır. Kastedilen en az, taban maaştır. Mutabık kalınan bu maaşın tıpkı emekli maaşı gibi bir aileyi en az bir ay boyunca daralmadan, bunalmadan rahatlıkla geçindirecek, bir miktar tasarruf edilebilen meblağda olmalı, zamlara ve dövize dayanabilmelidir.

Bu noktada işverene bir borç düşmekte.

İşveren diyebilmeli ki: "Asgari, en az, zar-zor geçinilen para ne demek? Çalışanlarımız, bizim aile efradımızdır!.. Onlarla birlikte kazanıyoruz. Onlarla varız. Bundan dolayı birlikte kazandığımızı makul ve âdil şekilde paylaşacağız!"

Bunu diyen işverenler yok mudur?

Olduğunu düşünüyoruz.

Ancak, o güzel insanların varlıklarını pek hissetmiyoruz.

Bu ahlâkın yaygınlaşması lâzım.

Zira bizler "veren el, alan elden hayrlıdır!" diyen ve "işçinin alnının teri kurumadan hakkını ödeyiniz" talimatını veren Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselâm- ümmetinin mensuplarıyız. Öyle ise bu bahiste yönü kıble olan işverenlere öncülük yapmak düşmektedir. İşveren, çocuklarını lüks otellerde israflar içinde evlendirirken veya defalarca umreye giderken yahut İspanya sahillerinde tatil yaparken işçisini düşünmüyorsa orada insanlık iflas etmiş demektir.

Bu iflası yaşamadan her şey yeniden gözden geçirilmelidir. İşçi, işveren sendikaları ve Hükûmet temsilcilerinin toplanmasına bile lüzum kalmadan işveren baba veya ana, çalışan evlat anlayışıyla günü geldiğinde yapılması gereken cömertçe eda edilmeli, yüzler gülmeli, bayramlar bayram olmalıdır. Keza hiçbir emekli "ah!" dememelidir.

Eden, kendine eder.

Bu dünya, iyilerle yaşanmaya değer.

Biz, yeniden iyilikte yarışan bir cemiyet olabiliriz.

Yakın zamanlara kadar gazetelerdeki ölüm ilanlarında dahi ölen kişi için "sahib’ül hayrat ve’l hasenad" diye bir cümlesi geçer, onun hayr ve iyilik sahibi olduğu duyurulurdu.

Unutmamalı ki mutlak hüküm sahibi Kur’ân-ı kerîm, zerre kadar iyiliğin de kötülüğünde kaybolmayacağını tebliğ etmektedir.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.