Nurbeyaz'la Karbeyaz

A -
A +

Bizim eski edebiyatımızda güvercin, "gügercin, gögercin" diye geçer. Divan Edebiyatında Farsça "kebûter" de kullanılmıştır. Güvercin bizim mekanlarımızın kuşu. Avrupa'da da var ama en çok bizim ülkemize yaraşıyor. Daha önce oturduğumuz apartmanın orta blokunun çatısı bizim bloktan biraz daha aşağıdaydı. O sebeple mutfak penceresi kuşların hiç eksik olmadığı dama bakardı. Aç pencereyi, konuş kuşlarla! Bazen camı açık bıraktık mı yanlışlıkla birisi içeriye dalardı. Haydi bakalım, yakala yakalayabilirsen... Kimi zaman da içerde yemek pişiyorsa pencere kenarına gelip, gagalarıyla cama vurur, ilgi beklerlerdi. Yalnız güvercinler mi? Kargalar hatta benekli sığırcıklar, serçeler, sakalar bazen evden kaçmış yeşil, mavi bir muhabbet kuşu, uzun kuyruklu saksağanlar, baca güzeli puhular da gelirlerdi. Denizde yiyecek bulamamış, şaşkın martıların da arasıra bizim kiremitlere yolu düşerdi. Kuş sevgisi bana annemden geçmiştir. O kuşların Anadolu'da yaşayanlarının mahalli adlarını da bilirdi. "Çırtı Baba, Hasan Keleş, Çekirdekçi" gibi hoş isimlerdi bunlar.. Annem bizim eve geldi mi mutfak penceresinin müdavimlerini besler durur, keyif kahvesini kuşları seyrederek yudumlardı. Bir gün nereden kaçmışsa kaçmış bir beyaz güvercin geliverdi. Toz pembe gagası ve ayakları, hiç is duman değmemiş tüyleri ile adeta bir evin içinden çıkıp uğramış gibiydi. O kadar temiz ve aydınlıktı. Sanki dağların doruklarından kiremitlere bir avuç kar düşmüştü. Ona Nurbeyaz adını taktım. Nurbeyaz, her gün gelir, ekmeğini, bulgurunu, mısırını yer, dolanır durur, bazen heykelleşir, bütün kuşlar çekip giderler, o akşamın alacasını beklerdi. Ondan sonra havalanır, üç beş kez bizim evin etrafında daireler çizer, nihayet ok gibi karanlıklara, meçhullere dalardı. Hep merak ederdim acaba Nurbeyaz nereye gitti diye... Nerde uyur, ne zaman uyanır ve nasıl bir dürtüyle buraya yeniden gelir diye... Sabah kahvaltımız sırasında öteki gri, kurşuni güvercinler kiremitlere yayıldıktan sonra biz Nurbeyaz'ı beklerdik. "Nerde kaldı?" derdim anneme. Yahut o bana sorardı: "Nurbeyaz bugün gecikti..." Nurbeyaz semalardan çıkıp geliyordu, biz ise yerdeydik, yere yakındık. İki ayrı mekanın varlıklarıydık. O göklerin, biz ise yerlerin... Kavuşmak mümkün mü ki? Ayrılık baştan girmiş aramıza bir defa; bir çizgi, bir hudut baştan çizilmiş. Ama sevgililer arasında bu kavuşmazlık neyin nesiydi? Bazen hava iyice kararır, o cama gövdesiyle yapışır gitmezdi. "Hadi yolunu bulamayacaksın sonra.." derdim. Işıkları yakardım, çevresini görsün de çarpmasın bir yerlere diye. O bilirdi gideceği yeri de acaba ayrılmak mı istemezdi? "Gitti mi?" diye sorardım usulca. Annem, "Yok, orda duruyor öylece..." derdi. Sonra bir gün ne görelim, başka bir beyaz güvercin daha gelmiş, damda geziniyor. Üstelik bileğinde mavi boncuğu var. Nurbeyaz'ı da bulmuş ya ikisi çalımlı çalımlı dolanıyorlar. "Bunun da adı Karbeyaz olsun!" dedi annem. Ve böylece zaman geçti. 1995 yılıydı, annemi kaybettim. Bir süre sonra Etiler'deki evimizi satılığa çıkardık. Daha taşınmadan Nurbeyaz'la Karbeyaz'sız ne yapacağımı düşünmeğe başlamıştım. Evin müşterisi genç bir mimar hanımdı. Ona bir ara "Kuşlar size emanet..." dedim. Bakacağını söyledi. Son gün eşyamız gittikten ve komşularla vedalaştıktan sonra, arabamız yola koyulduğunda hiç kimse için değil sadece ve sadece Nurbeyaz'la Karbeyaz için ağladım...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.