Sosyal politikalar nasıl şekillenmeli?

A -
A +

Prof. Dr. M. Burak Gönültaş

 

 

 

Milletimizi, millet yapan ve yüz yıllardır yoğrularak gelen ananevî yapımızın devamlılığı, hangi düşünce ve ideolojiden olursa olsun geleceğimiz için elzemdir. Bu sebeple cemiyetin sosyal fonksiyonlarının devamlılığı için siyasi iradenin önünde belki de tek seçenek, bu milletin millî-geleneksel damarından gelen kanı ferde taşıyabilecek sosyalizasyon kabiliyetini geliştirmek olmalıdır.

 

Türkiye, 2000’li yıllarda ananevî (geleneksel) yapının tekrar fonksiyonel hâle gelebilmesi için tercihini değiştirdi. Yeni anlayış bu toplumun ananevî damarını temsil ediyor ama bir yandan da Batı odaklı reformları savunuyordu. Ancak aslî öncelik, cemiyetin iktisadi becerilerini geliştirmek oldu. Tahribe uğramış sosyalizasyon becerileri ise aynı paralellikte gelişemedi.

 

Sosyal politikalar nasıl şekillenmeli?

 

Türkiye son otuz yıldır büyük bir sosyal değişim yaşamaktadır.

 

Son haftalarda yorumcular, anketçiler günümüzün sık başvurulan kavramı olan sosyoloji üzerinden Türkiye’nin seçim sonrası vaziyetini değerlendiriyorlar: Ekonomi, emekliler, kibir, gençlerin istekleri ve sosyal medya, tartışmaların anahtar kelimeleri... Her tespite saygılı olunmalı ancak çözüm odaklı tavsiyelerden çok körü körüne eleştiren bir yaklaşımın türemesi pek halis niyetli değil gibi görünüyor. Bu sebeple biz de bu yazıda aynı şeyleri tekrar tartışmak yerine “Türkiye’de bundan sonra ne yapılmalı?” sorusu üzerine naçizane tavsiyelerde bulunmayı tercih ettik. 

 

Ancak öncelikle bazı tespitleri yapmak gerekecek…

 

 

CEMİYETİN SOSYALİZASYON KABİLİYETİNİN AKAMETİ

 

 

Türkiye son otuz yıldır büyük bir sosyal değişim yaşamaktadır. Bu ülkenin cemiyet yapısı yüzyıllardır süregelen kuvvetli bir geleneğin dinamiğinde bir şekilde şekilleniyordu. Bir şekilde denmesinin sebebi, günümüze kadar gelen bu ananevî damar, onu akamete uğratan pek çok olumsuzluk yaşanmasına rağmen, “Anadolu irfanı” adı altında kör topal da olsa cemiyete katkı sunabilmişti. 

 

2000’li yılların başına kadar çeşitli gerekçelerle kırılmaya, bozulmaya, horlanmaya, yok edilmeye çalışılan cemiyetimizin ananevî yapısı, başta devlete hükmeden ve kaynaklara sahip olanlarca çağdaşlık, asrilik gibi gerekçelerle tecavüze uğratılarak boyunduruk altına alınmıştı. Bunun neticesinde belki bilerek belki bilmeden, cemiyetin en önemli fonksiyonu olan “sosyalize edebilme kabiliyeti” işlemez hâle geldi. Sosyalizasyon ile kastedilen, ferdin toplumca oluşturulmuş psikososyal kurumlarca (aile, okul, akrabalık, komşuluk vs. gibi) sosyal kuralları, değerleri, normları öğrenmesi, benimsemesi ve uygulayabilmesi sürecidir. Böylece fert, cemiyet içerisinde sosyal münasebetler kurabilir ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir olgunluğa kavuşur. 

 

Diğer damarın sunduğu kimliğin ise daha üstenci, militarist, körü körüne Batı odaklı yapısı cemiyetimizde çok tutmadı. Çünkü sosyalize edebilme kabiliyeti uzun bir geleneğin sonucunda kendi millî-kültürel karakterinde gelişir ve böylece kuvvetli bir psikososyal altyapıya kavuşur. Bu sebeple var olan bir kabiliyeti işlemez hâle getirerek cemiyetin genlerine zarar verme motivasyonu, aslında kendilerince yeniden oluşturmaya çalıştıkları yeni cemiyetin ve kendi fertlerinin geleceklerini de tehlikeye atacaktır. Fransız İhtilali sonrası Fransız toplumu bunu acı bir şekilde tecrübe etmiştir. Kısacası, bir cemiyetin sosyalize edemediğinin en somut göstergesi ferde müspet-beşerî bir kimlik kazandıramamasıdır. Bu durum bitmemiş bir binaya yerleşmek gibidir ki, yağmur-kar hep içeri girer. 

 

 

DOKSANLAR

 

 

Cemiyet, ferdi sosyalize edebilmek için öncelikle kurallara, değerlere ve normlara ihtiyaç duyar. Ancak ananevî yapımızın ürettiği kurallar, değerler ve normlar işlemez hâle gelince özellikle 1990’larla birlikte pik yapan bir “anomi” durumu ortaya çıktı. Anomi, sosyal kural, değer ve normlar işlemez hâle geldiğinde ortaya çıkar ki fertler nerede, nasıl hareket edeceğini bilemez, kontrol zayıflar ve zorbalık çoğalır. Bu iklim fertler üzerinde bir gerilim meydana getirir. Doksanlar rüşvetin, yolsuzluğun, gayrimeşru ilişkilerin, futbol ve televole kültürünün bütün cemiyete sirayet ettiği yıllardı. İdealize edemeyen bir cemiyet, ferdi korumak yerine tam tersine onu futbolculuğa, şarkıcılığa, piyango, at yarışı kuyruklarına yönlendirir duruma gelmişti. Normsuzluk çarpık kentleşmeyi, aile çatırdamalarını, ebeveyni ve manevi değerleri küçümsemeyi, terörü ve suçların çeşitlenmesini kolaylaştırdı. Üstüne üstlük elitlerin güdümündeki vesayetin gösterdiği sopalar, geleneksel yapının işleyişini daha da zorlaştırdı. Geçenlerde, her salı akşamı çıkan ailece izlediğimiz bir diziyi, nostalji olsun diye ilk bölümünü izlemek istedik. Daha ilk bölümde, bir adam evli bir kadına göz koyuyor, o kadın da karşılık vermek istiyor ancak olmuyor. Bu sefer adam kahroluyor ve hemen meyhaneye gidiyor ve efkârlanıyor vs. derken hemen erkanı kapattık. “Biz farkında olmadan nasıl diziler izlemişiz” diye çok üzüldük. Farkında değildik, çünkü popülariteye kapılmıştık ve maalesef ananevî yapımızın kontrol edebilme kabiliyeti de akamete uğramıştı. 

 

 

İKİ BİNLER

 

 

2000’li yıllara gelindiğinde bir şekilde işleyen cemiyet, bu bozulmaya tepki olarak ananevî yapının tekrar fonksiyonel hâle gelebilmesi için tercihini değiştirdi. Yeni anlayış bu toplumun ananevî damarını temsil ediyor, ananevî yapıyı öne çıkartıyor ama bir yandan da Batı odaklı reformları savunuyordu. Belediyelerde tecrübe edinmiş genç kadrolarla işe koyuldu, icraatları görüldü ve geniş bir kesimin teveccühüne kavuştu. Ancak bu hareketin aslî önceliği, cemiyetin iktisadi becerilerini geliştirmekti. Cemiyetin daha öncesinde tahribe uğramış sosyalizasyon becerileri aynı paralellikte gelişemedi. Çünkü bazı idarecileri ve yöneticileri çeşitli kurumlara atamakla ya da birtakım imkânları arttırmakla ananevî damarın tekrar dirileceği ve sosyalize etme fonksiyonunu devam ettireceği sanıldı. Ancak eski fonksiyonuna tekrar kavuşamadı: Aslında ananevî damarın kendisinde bir problem yoktu; problem bu damarın sunduğu kimliği ferde işleyecek normların, değerlerin ve başta aile, eğitim gibi kurumların eski işlerliğine kavuşamaması idi. Çünkü normlar ve kurumlar statik yapılardır yıkılırsa tekrar kurulması zor olur ki öyle oldu. Aynen bir uzvun bir kazada çeşitli yerlerden yaralanması ve kırılması gibi. Uzuv tedavi edilse de eski performansına kavuşamayabiliyor. 

 

 

KONFOR VE PRAGMATİZM KISKACI

 

 

Ananevî yapının sosyalizasyon kabiliyetine tekrar kavuşamamasında önemli bir etken daha vardı: Modernleşme, kapitalizm, tüketim ve pragmatizm kıskacı. 2000’lerle birlikte hızlıca hayatımıza giren bu sosyal değişimden fertlerin tabii ki etkilenmeme ihtimali yoktu: Şöyle ki, modernleşme bir tür “dünyevîleşme” olarak tanımlayacağımız durumu tetiklemiştir. Dünyevi olabilmenin temel şartı, ekonomik imkânların iyi olmasıdır. Kısa dünya hayatını mamur etme ve acıdan kaçma. Hazzı sınırlayan sabır, sebat, ayıp gibi ahlaki değer ve kuralları ise kabul etmeme ya da kendine uydurma... Yani modernleşme, ferdin cemiyette var olabilmesi için daha fazla konfora sahip olması gerektiği algısını oluştururken, diğer yandan cemiyetin aile, eğitim, din gibi temel sosyalize edici unsurlarını baskılayarak ve bozarak bu iklime uygun hâle getirmektedir. Konfor, daha çok konforu doğurur. Daha çok konfor içinse daha çok para ve ekonomik imkânlar gereklidir. Devamlı tüketmelidir. Bunun için çok kazanmalı, konfordan taviz vermemelidir. Bakın ülkemizin modernleşme etkisinde olup olmadığının küçük bir testi şu olabilir: Çocuk büyüyor, evlenme çağına geliyor ve ebeveynlerine artık biri var, ciddi düşünüyoruz diyor. Eğer ebeveynleri ilk önce “Çocuk ne iş yapıyor?” (Yani ne kadar para kazanıyor?) diye soruyorsa bu, modernleşmenin sürecinin bir göstergesi olabilir. 

 

Kısacası kapitalist anlayışın tek hedefi ferde daha çok tükettirmektir. Bir de kapitalist bakış, sosyal medya gibi her kesimden kişiyi etkisi altına alabilen baskın araçlar kullanmaktadır. Sosyal medya vasıtası ile “tüketiyorum o hâlde varım” algısı hızla çocuğundan, yetişkinine, köylüsünden şehirlisine yayıldı. Modernleşmenin oluşturduğu bu iklim, konforunu önceleyen bir insan tipi oluşturmaya başladı ki, konfor alanını devamlı genişletmek isteyen, bu alanı daraltan durumlara karşı da tehdit algısı yüksek pragmatist bir profil oluşmaya başladı. Tabii olarak konfor alanının daha çok daralacağı kaygısı en çok sosyoekonomik seviyesi yüksek kesimlerde oldu. Sonuç olarak pandemi, enflasyon, göçmenler gibi problemlerin fertte konfor alanını daraltacağı korku ve algısı, ananevî damarı temsil eden iradenin belki de yüzyılın en önemli gelişmesi olan Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi gibi önemli hizmetlerine baskın geldi.  

 

 

Z KUŞAĞI VE PARALEL TOPLUM

 

 

Modernleşme sürecinde, ferdin sosyalizasyonunu sağlayan başta aile, akrabalık bağları, komşuluk ilişkileri, eğitim ve öğretim mekanizmaları ve arkadaşlık müessesesinin aslî fonksiyonlarını kaybettiği ve cemiyetin ferdin kimlik arayış serüvenine etkili bir katkı sunamadığı görülmektedir. Bu vaziyet ise ferdin toplum içinde kabul görme ihtiyacına katkı sunacak bir kimliğe, sağlıklı yollardan ulaşmasını engelleyebilir. Kimlik sahibi olmak, bir ihtiyaçtır. Bu durumda kişi, kimlik arayışını içinde yaşadığı toplum yerine başka platformlara kaydırabilir ki bu platformlar ferdin maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılıyor gibi göründükçe onun için “paralel bir toplum” hâlini alır. Bu platformların başında sosyal medya yer almaktadır ve popülizmin de etkisiyle fenomenler, futbol fanatizmi, ırkçı oluşumlar, survivor karakterleri bu platformu dinamize etmektedir. Bu vaziyet pandemi sürecinde biraz daha hızlanmıştır. Paralel toplum zamanla ferdin ihtiyaçlarına bağlı olarak paralel anne-baba, paralel okul, paralel akraba ve paralel arkadaşlar türetir, ferdin bunlarla olan münasebeti ne kadar artarsa, kimliği de o kadar bu unsurlar tarafından şekillendirilir. Böylece bu mecralarda ne kadar kötü alışkanlık, bağımlılık, zorbalık, gaddarlık varsa münasebeti mukabilince ferdin karakterine işlemeye başlayacaktır. İşte kabaca Z kuşağımızın maalesef vaziyeti budur, bu kuşağı anlamak için “kimlik edinme ihtiyacını” anlamak gereklidir.

 

 

MART 2024

 

 

Mart 2024’teki sonuçları anlamak için öncelikle memleketteki son otuz yıllık dönüşümü fark etmek gereklidir. Sosyalizasyonu gerçekleştiren aile ve eğitim kurumlarının süreç içerisinde yaşadığı dejenerasyonu ve bunun yanı sıra modernleşmenin yaşattığı tahribatı; ülkeyi idare eden iradenin politikaları her ne kadar ananevî damarı konu edinse de önleyemediğini söyleyebiliriz. Konforu önceleyen ve pragmatist davranışın yaygınlaştığı bir iklimde fertler, başta ekonomik imkânlar ve göçmenler üzerinden konfor alanlarının kısıtlandığı algısındaydılar. Bu algının en çok sosyoekonomik seviyesi yüksek kesimlerde ve Z kuşağında yüksek olması beklendi. Ayrıca Z kuşağı toplumda sosyal medyayı en çok kullanan kesim olarak, bu platformu dinamize eden tiplerden tabii olarak en çok etkilenen kesim oldu. Ortaya çıkan bu vaziyet kabaca Mart 2024 seçimlerinde belirleyici etken olmuştur diyebiliriz. 

 

 

PEKİ NE YAPMALI?

 

 

Milletimizi, millet yapan ve yüz yıllardır yoğrularak gelen ananevî yapımızın devamlılığı, hangi düşünce ve ideolojiden olursa olsun geleceğimiz için elzemdir. Bu sebeple cemiyetin sosyal fonksiyonlarının devamlılığı için siyasi iradenin önünde belki de tek seçenek, bu milletin millî-geleneksel damarından gelen kanı ferde taşıyabilecek sosyalizasyon kabiliyetini geliştirmek olmalıdır. Bu amaçla şunlar tavsiye edilebilir:

 

1. Sosyalizasyon Bakanlığı kurulmalıdır.

 

2. Annelik kariyerli bir meslek olarak tanımlanmalı, emeklilik hakkı verilmelidir.

 

3. “Beşerî Yarar İlkesi” tanımlanmalı ve kamu, özel, tüzel tüm uygulama, müdahale, proje, teknolojik gelişim vs. yapılmadan önce beşerî olarak yararlı olup olmadığı değerlendirilmeden icra edilmemelidir.

 

Bu tavsiyeleri de bir sonraki yazıda daha teferruatlı tartışalım…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.