Hani zamanı geldiğinde içimizi kuşatan güneş gider de yerini karanlığa bırakır... İçinde birçok gizemleri barındıran karanlık! Evet güneşte de tehlikeler yaşarız elbet, ama karanlığın belirsizliği bizi ürpertir, hakimiyetimizi azaltır, davranışlarımızı yavaşlatır, daha bir içimize çeker bizi. Karanlığın ayak sesleri güneşi kovalarken hüzün ve keder de sevinçleri yok etmeye çalışır adeta. Her bireyin, ailenin, işyerinin ve toplumun güneşten uzaklaştığı, kendini iyi hissetmediği, olup bitenlere egemen olamadığı dönemler vardır. Kendimizle barışımızı bozan bir hatamız, aile içinde yaşadığımız bir sorun, işyerindeki küçülme, toplumsal gerginliklerin sıklaşması, benzer karamsar duygular yaşatır. Çözüm üretme kapasitemizi zorlayan karanlık ortamlar belki de yitirilmekte olan aydınlığın değerini, hayatın anlamını yeniden düşünmemize yol açar. Üretme gayreti olmadıkça Durup dururken neden aydınlıkla karanlık arasında gidip geliyoruz demeyin sakın. Son zamanlarda insanlarımızın karamsarlık yelkenlerini sonuna kadar açtıklarını görüyoruz. Gerçekten de etrafa siyah camlı gözlüklerle bakmamız için birçok neden var aslında. Ekonomik kriz, işsizlik, geçim sıkıntısı, iletişim sorunları ve yitirilmiş değerler... Ama başarı, taşıdığı bütün olumsuzluklara rağmen ortam şartlarına uyum sağlamak, olumsuz şartları düzeltmeye çabalamaktır. Hangi konumda bulunursak bulunalım bir şeyler üretmenin gayreti bizi kuşatmadıkça, sıkıntılı süreci atlatmamız zor olur. Çanakkale'de bir nefer olan Yahya Çavuş'un başarısı, vatan aşkıyla açıklanabilir elbette. Ama olayın özünde iş yapanın kendisini yaptığı işe adaması, işi yaşaması ve başarı güdüsünü yüksek tutması yer almaktadır. Başarı beklentisi yüksek bir anne ve baba tüm sıkıntılara rağmen ailenin geçimi için çözümler üretir, mevcut koşulları yara almadan atlatmak için aktif çaba gösterir. İşleri kötüye giden bir şirketin çalışanı da, bu olumsuz gidişteki payını sorgulayabilmelidir. Ne hazindir ki en önemli icraatımız, bizim dışımızdakileri eleştirmek oluyor çoğunlukla. Kendimizi görevimize adamak bir yana işimizi gereği gibi yapmamak için adeta gerekçeler üretiyoruz. Enerjimizi birleştiriciliğe, yapıcılığa, uyumluluğa, diğer insanlarla benzerliklerimize değil, bozgunculuğa, uyumsuzluğa, başkalarıyla ayrılıklarımıza harcıyoruz. Bunun bir sonucu olarak başkalarıyla barışımız bozuluyor, nefis bir dörtlüğün tadını alamıyor, sevgileri erteliyor, kendimizden beklentileri sıfırlıyor, dalından kopmuş bir sonbahar yaprağı gibi ortamın rüzgarına göre sürüklenmeye; renksizleşmeye başlıyoruz. Bu tablonun belki de en önemli sonucu olarak insani değerlerimiz aşınıyor, yıpranıyor. Karşılığı olmadan yaptığımız iyilikler azalıyor, toplumu annelerimizin iğne oyaları gibi birbirine bağlayan değerler can çekişiyor. Sıkıntıyı kendinde arama Herhangi bir davası, uğruna en yüksek performansı gösterebileceği bir iddiası, güçlü bir aşkı, hedefleri, beklentileri olmayan; kerhen iş yapan, duyguları körelmiş, değersizliği değer edinmiş ve en önemlisi kendileriyle iç barışları bozulmuş bireylerin iyi birer çalışan, sağlıklı bir vatandaş ve aile üyesi olmaları zordur. Peki bütün bunlar neyi öğretiyor bize... Her şeyden önce sıkıntıyı başka yerlerde aramaktan önce kendimizde arama alışkanlığını edinmeliyiz. Başkalarından önce kendimizi düzeltmeliyiz. Kör, sağır ve dilsiz hale getiren rutinden kurtulmalı, renkleri ıskalamamalı, başarı güdümüzü yüksek tutmalıyız. Tozlanan insani değerlerimizi yeniden canlandırmalı, kendimizi adayacağımız bir iş edinmeli ve belki de en önemlisi çok ama çok çalışmalıyız. Başarının kaynağını başka yerde değil kendimizde aramalıyız. Her karanlığın aynı zamanda gelecek aydınlığın habercisi olduğu bilinciyle, içinden geçtiğimiz zorlu dönemi yaşarken sırat köprüsünü geçiyor gibi dikkatli ve başarı konusunda inançlı olmalıyız.