Anadolu’yu yurt yapan fetihçi dervişler

A -
A +

Bir toprağı sâhiplenmenin en mühim unsurlarından biri de nüfustur. Kayıların bu toprakları yurt edinmelerinde de kalıcı nüfus probleminin çözümünde de yerleşik dervişlerin sâbit tekke ve zâviyeler açmaları çok önemliydi. Anadolu’ya gelen asker ve savaş ruhlu erenler, bu toprakların yurt olmasını sağlamışlardır.

 

Bir toprağı yurt yapmak, kendi kültürünü yerleştirmek kolay bir hâdise değildir. Kayı’nın Anadolu’ya girip yurt tutup yerleşmesinde Türkistan geleneği olan erenler, sûfîler, zâviyeler, çok önemli bir rol oynamışlardır.

 

Osmanlı Devleti’nin net Sünnî-Hanefî-Mâtürîdî anlayışı vardı.

 

Çok köklü bir yapıya sâhip olan Osmanlı Devleti, varlığını sürdürebilmek için kuruluşundan yıkılışına kadar hep savaşmak zorunda kalmıştır. Bu durumu normal olarak görmek lâzımdır. İlk Çağ ve Orta Çağ, kavimlerin devamlı birbirleriyle savaştığı zamanlardır. Aslında çağımız da dâhil olmak üzere milletler savaşmaktan hiç vazgeçmemişlerdir. Özellikle eski çağlarda savaşmayan durağan kavimler silinip gitmişlerdir.

 

Yunan ve Makedonlar Orta Asya Türkistan’a kadar gitmişler; Makedonyalı Büyük İskender Hint ülkesini aşarak Türkistan topraklarına kadar gitmiştir. Sezar da Roma’yı tahkîm (kuvvetlendirmek) için Mısır’a kadar gitti. Batı Hunları Roma’yı zapt etti; Göktürkler doğu, batı, kuzey, güney uçlarına kadar genişlediler.

 

Hâsılı yaşamak ve yaşatmak ve büyümek isteyen kavimler sınırlarını genişletmek ve imkânlarını çoğaltmak için hep savaştılar. Yâni insan varsa savaş da hep var olacaktır.

 

Müslümanlar Medîne’de toprağa sağlam basabilmek için önce Mekke müşrikleriyle sonra da diğer müşrik Arap kabîleleri ile, Yahûdî ve Bizans’la hep savaşmak zorunda kaldılar. Sonra da İslâm’ı teblîğ etmek ve cihâd için kıta’aları aştılar.

 

Soy atalarımız Orta Asya’dan Anadolu’ya gelinceye kadar savaşarak çeşitli devletler kurdular, devletler yıkıp taçlar giydirdiler. Bunların hepsi kavimlere toprak ve prestij kazandırıyordu.

 

MOĞOL BELÂSI

 

Şimdi savaşı devamlı ilke edinip dünyâya hükmetmeye çalışan Cengiz’in misyonu neydi, düzen vermek miydi, barış sağlamak mıydı? Tabîî ki bunların hiçbirisi değildi. Hırs, kin, zulüm, yakıp yıkma, medeniyet ve insanlık düşmanlığı… Akla gelenler bunlar.  Moğol zulmü öyle bir belâ idi ki geçtiği yerlerden hayat izlerini siliyorlardı. Nâmık Kemal şöyle diyor: “Moğol, Harezm ülkesini zapt ettiği zaman her Tatar’ın (Moğol) idâm ettiği adam yirmi dörde bâliğ olmuştu. Merâga’da bir Tatar karısı bir saray halkını ale’l-umûm (hepsini) katletmiş ve hiçbirinden mukâvemet değil, tahlîs-i cân (can kurtarmak) için bir hareket-i mezbûhâne (direnme karşı) bile görmemişti. Tatarlar uğradıkları yerlerde mesâcid-i İslâm’a (mescitlere) bârgîr (beygir) bağlar, mekaabir-i şühedâda (şehit kabirlerinde) işret meclisi (içki meclisi) kurar(lardı). (Nâmık Kemâl, Evrâk-ı Perîşân, Terceme-i Hâl-i Emir Nevrûz, Kostantîniyye, 1302, (1886) Matbaa-i Ebuzziyâ, s. 8)

 

Şimdi Cengiz’inki de savaş, Harezm’in, Selçuklunun Osmanlının yaptığı da savaş. Türkler İslâmiyet’ten evvel de Cengiz’in yaptıklarını hiç yapmadı. İslâmiyet’ten sonraki savaşları ise zâten İslâm’ın yayılmasını gâye edindiği için adâlet en çok gözettikleri prensip olmuştu. Kısacası Türkler târihin hiçbir döneminde zulüm yapmadılar. Zevk için insan öldürmediler.

 

ANADOLU’YA GİRİŞ

 

Türklerin Anadolu’ya girişi Alparslan ile başlamış, bu mücâdelenin başaktörü olan Bizans, Osmanlının en büyük sıkıntısı olmuştur. Zâten Anadolu, Bizans (Rum) demekti. Onun için Anadolu’ya Diyâr-ı Rûm denmiştir. Türkler Anadolu’ya girmeden önce Fâtımîlerle, Anadolu’ya girince de Bizans ve Moğol’la savaşmak zorunda kaldılar. Halep’te başlayan toprak edinme mâcerâsı Pasinler’e kadar uzanmış ama geldikleri Orta Asya topraklarına dönmek istemeyen Kayı Anadolu’da bir sâbit mekân tutmak istemiştir. Asya’da olduğu gibi Moğol belâsı burada da başlarında idi. Orta Asya Türk illerinden Îran’a, Bağdat’a kadar yayılan bu belâ Anadolu’yu ve Selçukluyu da hükmü altına almıştı. Konya’ya bağlı olmasına rağmen önce bağımsız bir topluluk gibi yaşayan Kayı, civâr obaların da desteğini alarak Bilecik’e, Söğüt’e kadar dayanmıştı. Civâr obalar da Orta Asya’dan gelen Türk boyları idi. Obalar giderek büyüyor ve merkezî yerlerde ticâretin önemi idrâk edildiği için pazarlar açılıyordu. Şunu da belirtmekte fayda var: Bizans bu pazarların ve ticâret yollarının hemen tamâmına sâhip olduğu için zengin ve müreffehti. Muhtelif noktalardaki tekfurlar bağımsız devletler gibi kuvvetli, fakat hepsi de Bizans’a bağlı idiler. Tekfurlar sağlam kalelerde yaşıyorlardı. Gerçi Osmanlı Anadolu’ya gelmeden bu muhkem kalelere pek de ihtiyaçları yoktu; Anadolu’nun kesin hâkimi idiler.

 

Alparslan’ın Romen Diyojen’i büyük bir fidye karşılığı serbest bırakıp yüklü bir servete ulaşan Büyük Selçuklu ve sonrasında, Anadolu Selçukluları bu i’tibar ve zenginliklerini koruyamadılar. Bir yandan Bizans bir yandan da Moğol Anadolu ve Îran’daki Türk nüfûzunu kırmıştı.

 

Ticâret, ayakta kalabilmek için savaş kadar gerekli idi. Tâ İpekyolu’na uzanan ticâretin önemini Kayı çabuk kavradı. Çobanlık, gezicilik ve yörüklük isterken, ticâret sâbit ve kalıcı mekân istiyordu. Ne var ki tutulmuş ticâret pazarları kuvvetli tekfurlukların elinde idi. KulacahisarAtranosYarhisarSöğütBilecikLefkeDomaniç ve Eskişehir kaleleri hep Bizans’ın elinde idi. Yâni fetih olmadan ne ticâret ne de yerleşik hayât mümkündü.

 

Pazar rekâbeti de Kayı ile Bizans’ı rakip yapıyordu. Barbar Moğol’un, ticâretle, ilimle, estetikle hiçbir yakınlığı yoktu. Civâr obalara yağma yaparak mal devşiriyorlardı. Moğollar zâten niçin savaştıklarını niçin toprak aldıklarını da bilmiyorlardı. Trans hâlinde kan dökmek ve yayılmak tek hedefleri idi. Hiçbir ortak noktaları olmamalarına rağmen Bizans ile bu çapulcu Moğol sürüleri Kayı’ya karşı ittifak kuruyorlardı. Bu arada Kayı kendi soy beylikleri arasında bile tam bir birlik kuramıyordu. Kayı, hiçbir otoritesi kalmamasına rağmen hâlâ Konya’ya bağlılığını sürdürüyordu.

 

Münferit beyliklerden en kuvvetlisi olması hasebiyle Germiyanoğulları bağımsızlığını îlân edip Yâkup Bey de sultânlığını kurduğunu açıklıyordu. Bu durumda ayakta kalabilmek için ya Kayı gibi Moğol’la ve Bizans’la savaşmak ya da onlarla gizli anlaşma yaparak savaşmamak durumunda idi. Bu durumda da Kayı’nın karşısında olmaları gerekiyordu.

 

YURT TUTAN DERVİŞLER

 

Bir toprağı yurt yapmak, kendi kültürünü yerleştirmek kolay bir hâdise değildir. Kayı’nın Anadolu’ya girip yurt tutup yerleşmesinde Türkistan geleneği olan erenler, sûfîler, zâviyeler, çok önemli bir rol oynamışlardır.

 

Bir toprağı sâhiplenmenin en mühim unsurlarından biri de nüfustur. Kayıların bu toprakları yurt edinmelerinde de kalıcı nüfus probleminin çözümünde de yerleşik dervişlerin sâbit tekke ve zâviyeler açmaları çok önemliydi. Anadolu’ya gelen asker ve savaş ruhlu erenler, bu toprakların yurt olmasını sağlamışlardır. Bu grupları şöyle sıralamak mümkündür: 1- Horasan Erleri, Ahmed Yesevî bağlıları, Yesevîler. 2- Osmanlı’nın temel kurucuları, dervişler, abdallar. 3- Anadolu yiğitleri (Ahîler).

 

Kayı kâfire karşı cihâd ederken bunu duyan savaşçılar her yerden gelip Kayı’ya katılıyorlardı. Bunların içinde âlimler, din adamları ile çulsuzlar ve sâdece mal mülk kazanmak için gelenler de vardı.

 

DEVLETE DOĞRU

 

Süleymân Şâh ve oğlu Ertuğrul Gâzî’nin cihâd rûhu genç Osman’a da ilhâm veriyordu. Bu arada henüz Anadolu ve Sûriye Anadolu Türkleri resmî hükümdârı olan Selçuklu Sultânı III. Alâeddîn, Osman Bey’e kendi kılıç hakkı ve fethi olan Karahisâr’ı ve diğer bütün Türk beyleri ile aynı seviyeye getiren emîrlik ünvânını verdi.

 

[Burada emîrliği iyi anlamak lâzım. Türklerin Asya kolunda bir gelenek vardı.  Kurulan devletlerin başına bir Moğol sultan olarak oturtulur, ama asıl yönetim gücü komutan ve sultan, emîr unvanıyla anılırdı. Altınordu Devleti kurulduğu zaman devletin başında bir Moğol olan Sultan Mahmûd oturmakla birlikte Timur’un ünvânı “emîr”di. Tabîî ki bütün yetkiler onun elinde idi.

 

[Hattâ Göktürklerin büyük kağanı Bilge Kagan için bâzı târihî kaynaklarda Moğol prensi dendiğini görürüz.]

 

Osman Bey her cum’a, pazar meydanında kâdılık yapıyor ve sâdece tarafsız kalmıyor, siyâsî bakımdan Hristiyanlara müsâmahakâr da davranıyordu. Osman Bey’in himâyesinde aradıkları adâleti ve ilgiyi bulan Hristiyanlar, Rum halkını ve ticâretini Karahisâr’a çağırıyorlardı. (De Lamartine, Aşîretten Devlete, Türkiye Târihi I. cild, Tercüman 1001 Temel Eserleri Yayınları s. 63, İstanbul)

 

DERVİŞÂN KATEGORİLERİ

 

Osmanlının kuruluş döneminde Abdalân Dervişleri içinde Alevî kökenli mistik dervişler de vardı. Osmanlı Devleti’nin net Sünnî-Hanefî- Mâtürîdî anlayışından dolayı, Anadolu’ya gelen bu Abdâl veyâ Bâtınî mistiklerin çoğunun Sünnî sisteme adapte olduğu görülmüştür.

 

Fakat şurası da unutulmamalı ki bu gayr-i Sünnî mistiklerin târih boyunca bu inançlarını muhâfaza ederek bugün de Anadolu’nun birçok yerinde kimliklerini koruduklarını da görüyoruz…

 

Geçiş dönemlerinde bâzı açıklanamayan durumlar da olmuş, Sultan onları muhtemelen denemek için Bursa’da meskûn Geyikli Baba’ya “arak / rakı” fıçısı göndermiş fakat Geyikli Baba bu bunun reddetmiş hattâ namaz kılmayan bâzı müridlerini te’dîb için onları sopayla dövdüğüne dâir rivâyetler de yaygındır. Hatta bâzı Abdâl Babaları seccâde-nişîn ve ehl-i salât (namaz ehli ve seccâde oturanları) vasıflarla anılmaları da bu cümledendir. (Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik, Kalenderîler, XII.-XIV. yy.lar, Timaş Yayınları, İstanbul)

 

[Osmanlı aslen Hanefî-Sünnî bir devlet yapısına bağlı olmasına rağmen Alevî-Bektâşî gayr-i Müslim mistiklere pek müdâhale etmemiştir. Eğer aksi olsaydı bunların Anadolu’da barınmaları pek mümkün olmazdı. Yine de bunların rahat hareket edebilmek için şehir dışlarını, yaylaları veyâ Balkanları tercih ettiklerine şâhit oluruz.]

 

“Ayrıca gayr-i Sünnî kimliğiyle bilinen Seyyid Ali Sultan (KızıldeliVilâyet-nâmesi’nde erenlerin içki içmedikleri, şer’î kuralları çiğnemedikleri zinâ yapmadıkları ve kimsenin malına göz dikip rencide etmedikleri dile getirilir.” (Ali Fuat Bilkan, Osmanlı Zihniyetinin Oluşumu, İletişim yayınları, 2018, İstanbul, s.252)

 

14. yy.da Anadolu’ya gelen İbni Batûta şöyle demektedir: “Halk İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebindendir. Hak te’âlâ ondan râzî olsun. Hepsi Ehl-i sünnettir. Aralarında ne Kaderî ne Râfızî ne Mu’tezile ne de Hâricî bulunmaktadır. Yine Allâh bu fazîletleriyle (onu) diğer insanlardan üstün kılmıştır.” (İbni Batûta Seyâhat-nâmesi, Trc. Sait Aykut, İstanbul, 2005, s. 274)

 

Özellikle Molla Fenârî’nin ilk Şeyhulislâmlığı ile birlikte devletin şer’î nizâmı, Türk milletinin Hanefî i’tikâdının kökleri, aynı zamanda devlet üst nizâmı da olmuş, cihâda aynı hızla devâm edilmiştir.

 

Köprülü’nün şu ifâdesi de çok önemlidir: Bununla berâber Türk hükümdarları İslâm akîdelerine çok bağlı kaldıklarından, Hanefîliği o kadar kuvvet ve kanâatle kabûl etmişlerdi ki, esâsen Türk milletinin ictimâî vicdânından doğan bu teâmül ve tarzdan İslâm arasındaki ayrılığın, Râfızîlik ve i’tizâlin (Mu’tezile) umûmîleşmesine mânî oluyor, diğer taraftan (bunun) bir netîcesi olarak (bu sisteme) derin ve samîmî bir uyma görülüyordu. (M. Fuâd Köprülü, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları, Ankara 1991, s.18-19)

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.