Determinizm ve milletlerin eceli

A -
A +

Niye yok olan kullar vâsıtasıyla kavimler helâk oldu diyoruz? Çünkü onlar isyanları ile felâketleri kendileri hazırladı. Eski topluluklarda devlet yerine kavim, ashab kelimeleri geçer. Genelde kabîleler hâlinde ve sistemli bir berâberlikleri olmadığı için bu adlarla anılmışlardır; kavimlerin helâk sebebi de insanlardır.

 

 

Tanzimat Fermanı'yla Osmanlıda yeni bir devre adım atılmıştır.
Tanzimat Fermanı'yla Osmanlıda yeni bir devre adım atılmıştır.

 

 

Tabiatta her şey bir sebebe mebnî olarak yaratılmıştır; bu yüzden bu âleme “âlem-i mümkinât” denilmiştir.

 

Fizikte bu olaya “determinizm” deniyor. Kitaplarda “Belirlenircilik, gerekircilik, evrenin işleyişini, olayların işleyişinin çeşitli bilimsel yasalarla-meselâ fizik yasaları ile belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin mecbûrî olduğunu öne süren bir öğretidir” ifadeleri geçiyor.

 

Meselâ, Pierre Simon-Laplace’a göre evrenin bugünkü durumunun sonucu; sonraki durumunun sebebidir.

 

Tabîî ki amacımız felsefî olarak “determinizm”i incelemek değildir. Fakat şurasını da unutmayalım ki filozoflar birçok konuda yanılmışlarsa da, bir o kadar konuda da isâbet kaydetmişlerdir. Meselâ kainâtın yaratılması ve matematik ilminde “Dogmatiklerin” tespitleri gibi.

 

İslâmî açıdan bakıldığında da Allâhü teâlâ her şeyi bir sebeple yaratmıştır. Rabb’imiz bu bakımdan “müsebbibü’l-esbâb”dır. Fakat burada en mühim nokta determinizmde bildirildiği gibi sebep-sonuç olayında gerçekleşme mecbûriyeti Allâh’a isnâd edilemez. Çünkü Rabb’imiz “lâ yüs’el ammâ yef’al”, Farsça ifâdesinde ise “bî çûn ü çirâ” olarak ifâde edilmiştir. Yani O hiçbir şekilde hiçbir şeye mecbûr değildir. Sebepsiz de halk edebilir; Hazreti Âdem ve Hazreti Îsâ’nın yaratılması gibi…

 

 

DETERMİNİZM Mİ SÜNNETULLÂH MI?

 

 

Meteoroloji ilmi iklim olaylarını önceden haber verirse de bu gaybı bilmek anlamında düşünülemez. Zâten bu “hava tahmin raporu” şeklinde ifâde edilmektedir. Yâni bir tahmindir. Alçak ve yüksek hava basınçları, değişen cephe sistemleri bu tahminleri doğruya yakın olarak vermektedir. Bu, Cenâb-i zü’l-celâl ve tekaddes hazretlerinin insanlara bahşetmiş olduğu ilmin bir netîcesidir.

 

Bir diğer sebep-sonuç olayı da çocuğun meydana gelmesidir. Bu da tamâmen fizîkî bir olaydır. Hava durumunu %100 yüz tahmîn edemediğimiz gibi bu doğum olayında da “esrâr-ı hamse” yi (beş gayb) tecâvüz edemeyiz. Vallâhü a’lem bi’s-savâb. (Doğruyu ancak Allâh bilir.)

 

Meselâ çocuğun cinsiyeti 16. hafta, hattâ daha net bir şekilde 18.-21. haftalarda belli olur.

 

Çocuğun engelli olduğu da ultrasonla 20-22. haftalarda tespit edilebilir.

 

Rabb’imiz insana çok geniş ilmî imkânlar bahşederken buna rağmen çocuğun cinsiyeti ve engelli olup olmadığı 18-22. haftada insana bildirilmektedir. O da 150-160 gün arasındadır. Yâni artık çocuk aldırmanın (iskât-ı cenîn) zorlaştığı bir döneme tekâbül eder. Bu durumları bahâne ederek çocuğu aldırmak artık uygun değildir. Fakîhlerin hükümleri de bu minvaldedir. Fakîhlerimize göre 120 günden sonra kürtaj harâm edilmiştir. Tabîî ki anne ve bebeğin mutlak sağlık sebepleri bundan ayrı tutulmuştur.

 

Down sendromu sadece bir sonuç mudur? Sebebe bağlı olmayan bir durum mudur? Evvelâ nedir bu sendrom? “Down sendromu 21 kromozomun, iki yerine 3 kopya olduğu; 46 yerine 47 kromozomun olduğu genetik bir anomalidir.

 

Sebepsiz midir? Elbette tam öyle değil. Özellikle 35 yaş üzeri evlilikler, genetik faktörler, yakın bağ evlilikleri, anne ve babada madde ve alkol bağımlılıkları bu hastalığa %65 gibi bir risk faktörü yüklüyor.

 

Yâni yine belli bir oranda determinizm var.

 

Niçin bâzı eksikliklere daha evvel ulaşılamıyor? Çünkü engelli de olsa onların da doğmaya ve yaşamaya hakları vardır. Hâlbuki bu durumlar 7. veyâ 9. haftada belli olsa hiçbir engelliye bugün için yaşama hakkı tanımazlardı. Rabb’im gizliyor. Yarın bu da aşılırsa mutlaka ona da Rabb’im bir engel koyar.

 

Suç ve Cazâ” meşhur Rus romancısı Dostoyevski’ye âittir. Sosyal bir determinizm kuralıdır. Suç sebepse, cezâsı da sonuçtur.

 

Dînî açıdan amel güzelse sebep, sonucu sevap; amel kötüyse sebep, sonuç günahtır.

 

Bu yazdıklarımızın hepsi hem dînî hem de insânî hükümlerdir. Bir şeyi Rabb’imiz yasak ettiyse yâni şer’î bir mânî varsa zâten bu hâl insanın yararınadır.

 

Her şey bir zaman ile sınırlandırılmıştır. Fenâ dediğimiz şey de budur. Vakitle sınırlı olmak… Ona da ecel diyoruz. “Veli külli ümmetin ecel… ilâ âhirü’l- âye…” (A’raf-34). Bu âyet fehvâsınca milletlerin de şahıslar gibi sınırlı ömürleri vardır. En muhteşem, yıkılmaz denen devletler yıkılmış, yok olmuşlardır. Hak te’âlâ bu sebeplerde kullarını fâil-i zâil eylemiştir. Niye yok olan kullar vâsıtasıyla kavimler helâk oldu diyoruz? Çünkü onlar isyanları ile felâketleri kendileri hazırladı. Eski topluluklarda devlet yerine kavim, eshab kelimeleri geçer. Genelde kabîleler hâlinde ve sistemli bir berâberlikleri olmadığı için bu adlarla anılmışlardır; kavimlerin helâk sebebi de insanlardır.

 

 

HELÂK OLAN KAVİMLER

 

 

Şimdi isyanları sebebiyle yok olan kavimleri bir hatırlayalım: Bilâd-ı Arab’da (Arap topraklarında) Âd, Semûd ve Şuayb (Medyen ve Eykeliler). Sebe kavmini helâk eden Arim seli, Ashâbü’l-Uhdûd hâdisesi ve Fil Olayı bunlara örnektir.

 

Mûsâ aleyhisselâmın düşmanları Fir’avn ve adamlarının helâki ile Kaarûn ve Hâmân’ın yok edilişi Mısır topraklarındadır.

 

Lût kavminin yok eden o dehşetli felâket, helâk yerine daha hafif bir cezaya çarptırılan İlyas aleyhisselâm kavminin başına gelenler Şam topraklarında idi.

 

Bundan başka Eshâbu’l-Karye, Eshâbu’s-Sebt, Tübba’ kavmi de zikredilebilir.

 

Gelelim kullarının isyan ve ihanetleriyle yıkılan devletlere...

 

Dünyânın üç büyük imparatorluğundan biri olan Osmanlı neden yıkıldı; daha doğrusu yıktırıldı? Rabb’imiz kendi dînini yüceltmek ve cihâddan başka gâyesi olmayan bir devleti neden yıktırdı. Onlar müşrik veyâ isyânkâr değillerdi ki. Şer’-i şerîfe ellerinden geldiği kadar uyuyorlardı.

 

Şimdi şöyle bir düşünelim. 16. asır Osmanlısı ile 19. asır Osmanlısı aynı mıydı? Kanûni’ye kadar cihâdı zerrece terk etmeyen, velâyet makamını ihrâz etmiş şeyhulislâmların fetvâlarına harfiyyen riâyet eden, hayatları at sırtında geçip yatak yüzü görmeyen sultanlarla, sarayda oturup gâzî unvânı alan pâdişahlar bir olur mu?

 

İslâmiyetin yücelişini bir hatırlayalım: Efendimizle başlayan cihad, Sahâbe-i kirâm hazerâtıyla nasıl devâm etti? Yurtlarından çıkıp Hind, Çin diyarlarına gidip bir daha dönmeyen o mübârek insanlar İpek Yolu keşfine mi gittiler? İspanya’ya çıkıp gemileri yakan Târık bin Ziyad’a askerleri şehâdeti göze alarak hiç isyan ettiler mi? Emevî bir Bedevî olan bu büyük kumandan İspanya’nın hangi turistik bölgesini talan etmek için oraya çıktı?

 

16. asırda başlayan Celâlî İsyanları ve sonrasındaki her isyâna bu şiddetli isyandan dolayı Celâlî isyanları denmiştir. Kuyucu Murad Paşa’nın yaşlı olmasına rağmen gösterdiği dirâyetle bu menhus isyanlar son bulmuştur. İlk Celâli İsyânı’nın müsebbibi Bozoklu Celâl’in kalkışmasında Bâtınî havası nettir. Bu isyanlar Osmanlıya çok zarar vermekle birlikte devleti yıkılma noktasına getirmemiştir. Esas devleti yıkılma noktasına getiren sâhib-i silâh olan Yeniçeri isyânıdır. 1826’da bir şer çıbanı hâline gelen bu isyan bastırılmasaydı devlet ya bir kaosa girerdi veyâ birkaç paşa veya sadr-ı a’zamın kellesi gider devlet otoritesi alt üst olurdu. Bu köklü kurumu lağvetmektense te’dîb edilmesi daha uygun olurdu diyenlere “Kangren olmuş uzvu tedâvî etmenin yolu onu bedenden ayırmaktır” tıbbî kuralı sosyolojik geçerlikle hatırlatmakta fayda vardır.

 

Eski dönemlerde de rical kellelerinin alınmasına, şeyhülislamların bile makamlarından indirilmelerine, hattâ padişah katline (Genç Osman) kadar vardırılan eylemlerde çocuk şehzâdelerin tahta geçirildiği ve vâlide sultanların devlete vaz’iyet ettiklerini (IV. Murâd devri) biliyoruz. Akabinde tahta çıkan IV. Murâd’ın savlet ve şecâatte Yavuz ve Kanûnî gibi cihâd aşkıyla hareket etmesi, Rabb’imizin va’dine muvafık olarak Osmanlıyı ayağa kaldırmıştır.

 

 

HEDEFTEN AYRILMAK

 

 

Araya giren Lâle Devri san’at ve edebiyatta hamleler devri gibi addedilmekle berâber, cihâdın ikinci plâna atılması sıkıntılar doğurmuştur. Fâtih, Yavuz ve Kanûnî devrinde san’at ve edebiyat zirve yapmadı mı? Mi’mârîde, edebiyatta, minyatür ve mûsikîde zirve yapmadılar mı? Bu devirlerde Mi’mar Sinan, Matrakçı Nasûh, Fuzûlî yetişmedi mi? Bunun yanında Ebussûd Efendi, Zenbilli Ali Camâlî Efendi ve Paşazâde İbni Kemâl gibi allâme-i bî müdânî (eşi benzeri olmayan âlim ) bahr-i garîk-i irfân (ilim deryâsına batmış) ve ulûm-ı dîniyyede asrın yektâları olan mübârek şahsiyetlerle, Sokullu gibi umûr-dîde (dünyâ işlerinde tecrübeli) bir sadrı a’zam ve Barbaros gibi bir emîrü’l-mâ (amiral) kaptân-ı deryâ yetişmişti. Yâni hem dünyâ hem de ukbâya yüzünü dönmüş bunca cihâd erleri varken, Cenâb-ı zülcâl ve tekaddes hazretleri böyle bir topluluğa nusretini ihsân etmez mi?

 

Peki, ne oldu da devlet adım adım tedennî etmeye (gerilemeye) başladı?

 

Artık devletle uğraşan yerli Celâlîler ve Yeniçeriler gitmiş, ihânet ve fitne kâfir ve müşriklerle ittifâk hâlinde İslâm devletine kin ve gayz ile saldırmaya başlamışlardı. 1071, Haçlı Savaşları, Kosova, Macaristan ve Avusturya fobileri Ehl-i Salîbi yumruk gibi birleştirmiş, işin garîbi bu yumruğu sıkan kuvvete destek veren Osmanlı mülkündeki yerli işbirlikçiler olmuştu. Kapı içerden açılırsa kilit tutmaz derler. Tanzîmatçılar kapıyı zorladılar, genç Osmanlı ve Jön Türkler bir kişilik giriş menfezi açtılar, İttihâdcılar ise bu mukaddes vatan toprağının kapısını ardına kadar dışarıya açtılar.

 

 

MÂZÎ YOK GELECEĞE BAKALIM

 

 

Evet mâziye kin kustular. “Milyonla barındırdığın ecsâd arasından/// Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dırahşân. (Milyonla sînende yatan mevtâlar arsından alnı ak çıkacak kaç kişi vardır) diyor Fikret. İstanbul içinde yatan bunca Sahâbe hazretleri, evliya ve mü’minlere bu hakâretleri ancak İslâm düşmanlığı ve Batı hayranlığı yaptırabilirdi.

 

İşte yavaş yavaş gelişen Batı hayranlığı ve İslâmiyet’ten kopuş sebep; bu hâl ise bir sonuçtur. Yâni yine determinizm.

 

Zannedilmesin ki halka rağmen halkın benimsemediği tebeddülat (değişim) temelde tutmaz ve halk buna rağbet etmez. Nitekim, yüce kitâbımızdaki âyet-i kerîme bunu ne güzel açıklıyor: “(Ey Muhammed) Allâh’a and olsun ki, biz senden evvel birçok ümmetlere de peygamberler gönderdik. Ne var ki, şeytan (kötü) amellerini kendilerine süsleyip güzel gösterdi. İşte bugün de kâfirlerin dostu odur ve onlar için çetin bir azap vardır.” (Nahl-63.)

 

 

“VÂCİPDÜR Kİ EKALL UYA EKSERE”

 

 

Mecelle kuralına göre halkın çoğunun istediği Osmanlının devâmı değil miydi? Niye azınlık çoğunluğa hükmetti. Emr-i ma’rûf bırakılır, iyiler seslerini kısarlarsa eşirrâ yani şerliler topluma hâkim olurlar. Eşirrâ, Tanzimat’la başlayıp İTC ile devâm eden süreçte hep bu yüzden bu Ümmet-i merhûmeye hâkim oldu.

 

Cizye aldığımız insanlardan borç almaya başladıysak bu ceza değil de nedir? “Cizye” cezâ kelimesinden gelir. Hristiyanları korumak için İslâm beldesinde yaşayan gayr-i Müslimlerde bu cezâ onları tahfif ederek (küçük görerek) alınır. Çünkü onlar “Lâ şerefe a’lâ min’ e-l İslâm” kuralına tâbi’ değillerdir. İhtidâ ettikleri andan îtibâren bu tahkir vergisi kaldırılır ve onlar ümmet ile kardeş olurlardı.

 

Ey îmân edenler Yahûdîleri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Çünkü onlar birbirlerinin velîleridir.” (Mâide-51)

 

Buradaki dostluk, siyâsî dostluk değildir. Örf, âdet, töre ve kanunlarca onlara ittibâ etmek ve onlara sevgi beslemektir. İşte Tanzîmatla başlayan süreçte Osmanlı bunları yaşadı. Sebep bu tâbiyetti ve helâkimize sebep oldu. Osmanlı, Sultan Abdülazîz ve Abdülhamîd’le bir uyanma yaşadı ama buna müsâde etmeyerek devleti azîm bir felâkete ve izmihlâle (çöküşe) sürüklediler.

 

 

O DEVRİN AYKIRILARI

 

 

Osmanlı tebaası pâdişâhına ve şer’-i şerîfe bağlı idi. Bunları tenkîd etmek akıllarından bile geçmezdi. Tanzimatla “ulülemre” itaatsizlik telkîn edildi. Şinâsî ile başlayan bu sergerdelik sonrasında alenî olarak hem sultâna hem de Hılâfet açıkça saldırılara sebep oldu.

 

Devrin aydınlarından N. Kemal çok pervasızca Abdülazîz’e ve Abdülhamîd’e âdetâ meydan okudu. İnanın ki bu hareketler Celâlî İsyanlarından daha zararlı idi. Çünkü artık onların arkasında Osmanlı çapulcuları değil, Batı cuntacıları ve bizâtihî Batı vardı.

 

Ne diyordu N. Kemal: “Civanmerdân-ı milletle hazer gavgadân ey bîdâd/// Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten” (Milletin gençleriyle kavga etmekten çekin ey zâlim. Senin zulüm kılıcın vatanseverlerin kanındaki ateşte erir.)

 

Bu şiir “Hürriyet Kasîdesi” olarak bilinir ve Kemal, Magosa’dan çıktıktan sonra Abdülhamid’e karşı yazılmıştır. Tabîî ki bunda onu Magosa’ya gönderen Abdülazîz’e de atıf vardır.

 

Bakar mısınız, durum sanki hep aynı. Devlete baş kaldıran her zümre, gençleri sokağa çağırmıştır. Bu süreç yakın târihte özellikle 27 Mayıs Darbesi’yle vizyona girmiş ve hâlen de bu senaryo sahnelenmeye devâm ediyor. Rabb’im ümmet-i merhumeye yardım eylesin.

 

 

 

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.