Harf İnkılâbının geçmişi nerelere dayanır?

Sesli Dinle
A -
A +
Her milletin kökünü târîhinden alan temelleri vardır. Temellerin yıkılması binânın yıkılmasıdır. Bir milletin kültür temelleri çökerse o millet yaşayan ölüdür. Şunu hemen belirtelim ki kültür temelleri aslâ kendiliğinden çökmez, devrim niteliğindeki dayatmalarla çökertilir.
 
Kültür mayadır. Maya bozulursa asıl da bozulur.  Nedir asıl? Milleti millet yapan kültür elemanlarıdır; tarihtir, dildir, dindir, âdetler ve örflerdir. Önce sözlü sonra yazılı edebiyattır. Bunlara toplu olarak millî kültür diyoruz.
 
Dil, bin yılların derin tünellerinden süzülerek gelen temel direktir. O sağlamsa din de târih de örf ve âdetler de ayaktadır.
 
Millî dilimiz Türkçe, yıllarca emeklerle ve şuurla atasından balasına, anasından bebesine aktardığı kutsal ninnidir.
Onların hayal kurarak masal dünyasına kanat çırptığını unutuyor musunuz? “Bir varmış bir yokmuş”u sâde bir masal kalıbı olarak mı anlıyorsunuz? Onda “Küllü men aleyhâ fân” yok mu?
 
“Deve tellâl iken pire berber iken ben annemim beşiğini tıngır mıngır sallar iken”de nasıl bir ironi ve bir hârika şathiyye olduğunu görmüyor musunuz?

DİL VE VESÎKA

Dilin verileri yazıya zamanında geçirilmişse vesîka olur. Sonraki eklemeler ve saptırmalar vesîkanın aslını bozar. O artık delîl olmaktan çıkar.
 
Destanlarımız binlerce senedir vardır. Tabîî ki bunlar sözlü ürünlerdir. Bunların tarihleri bile tam olarak belli değildir. Asılları nazım (manzûm) iken, sonra birçok bölümü nesre (düz yazı) dönüşmüştür; (Dede Korkut’ta olduğu gibi…) tarz ve usullerini kaybetmekle birlikte asıllarını ve ruhlarını kaybetmemişlerdir.
 
Yazı dile kilit olunca aralarında kopmaz bir bağ oluşur. Türkler de bu kilidi çeşitli alfabeler kullanarak birçok eser meydana getirmişler fakat bu değişik alfabelerle ancak cüz’î miktarda eserler ortaya koymuşlardır. Bunların ilki olan Köktürk alfabesiyle târîhimizin en eski ve dünyâ târîhinin de en eski gerçek vesîkaları taşlara yontarak bir taş kitâbeler sergisi açmışlardır. Çünkü bunlar Türk yazı târîhinde -şimdilik- bir ilktir. Şimdilik diyoruz, zîrâ kuvvetle muhtemeldir ki yazılı ürünlerimiz târîhin daha derinlerinde de saklıdır; bunlar da bir gün mutlakâ ortaya çıkacaklardır.
 
Budist Uygur Türklerinin Budist metinleri Uygur Alfabesi ile yazılmıştır. (Sekiz Yükmek gibi…) Uygurların yazılı müktesebâtı Göktürklerden fazladır.
 
Târîhinde on bir alfabe kullanan Türkler 10. asırdan îtibâren İslâmiyeti kabûl edince kültür yelpâzesi bir anda genişledi. Bu zamanlardan sonra geniş ve hacimli çeşitli alanlarda eserler verilmeye başladı. İslâmiyetle dilimize giren alfabe, Kur’ân-ı kerimin ve İslâmiyetin alfabesi İbrânî-Arap asıllı İslâm Alfabesi’dir.
 
Târihin en değişmez hakîkati şudur: Her millet kendi din kitabının alfabesini kullanır. Biz de bu târihî ve sosyal olaya uyduk.
 
“Peki millî alfabemiz Köktürkçe veyâ Uygurca olmaz mıydı?” diyenler oldu.
 
Bugün hâlâ menşei tartışma konusu olan Köktürk alfabesinin kesinlikle millî olup olmadığı belirlenememiştir. Batı bilim dünyâsı bu alfabeye “Runik” yâni İskandinav asıllı alfabe diyor. Uygurca zâten Soğd asıllıdır. Köktürk alfabesi 38 harfli iken Uygur alfabesi 14 harflidir.
 
38 harfli Köktürk alfabesi, bitişken olmayan harflerden müteşekkildir. Bugün kullandığımız bâzı sessiz harfler bu alfabede yoktur; C, J, H, Ğ, V gibi...
 
Arap asıllı İslâm alfabesine geçen Türkler yazılı eser üretmekte âdeta bir inkılâp dönemine geçti. Dil, edebiyât, din, felsefe, tıp, matematik, târih gibi birçok alanda mühim bir seviyeye ulaşıldı.
Kütüphâne kavramının olmadığı eski kültürümüzde yeni bir kütüphâne çağı başladı.
 
Medreselerde astronomi, tıp, matematik, gibi müsbet ilimlere eğilim arttı. Bunların ciltlerle ifâde edilen külliyâtı Batı’da hayret ve gıpta ile tâkip edilmeye başladı.
 
Avrupa ışıklanması denen Rönesans’la yeniden doğmadı, İslâm medeniyeti sâyesinde bir şeyleri anladı.
Batı denen başlangıcı vahşet, ortası ihânet ve hâli inkâr olan bu zümre zamanla İslâm eserlerini mikroskop altına alıp târîhe gömmeye çalıştı. Batı’yı şaşkına çeviren bu eserler hep İslâm harfleriyle yazıldı. Lâtin alfabesi kullanan Batı, o zamanlar Türklere çömez bile olamamıştı.

ARAP-İSLÂM HARFLERİ TÜRK FONETİĞİNE UYGUN MUYDU?

Bu ilmî mes’ele uzun zaman tartışmalara konu olmuştur. Bu soruya uygundur demek ilmî verilere ters düşer. Arap fonetiğine uygun olan bu harflerde uzun ünlüler elif, vav ve ye ile gösterilmektedir. Türkçede zâten uzun ünlü yoktur. Kısa olan ünlüler a, e, i, ü yerine kullanılan harekelerle gösteriliyordu. Türkçe bu alfabenin kullanımında yâni intikal döneminde bayağı zorlandı. Hele aruzla yazılan şiirlerde imâle dediğimiz sun’î uzatmalarda 16 asra kadar ârıza olarak gösterildi.
 
Meselâ “Mevlid”den alınan şu parçada bunu açıkça görürüz: “Dîdiler oğlun gibî hiçbir oğul/// Yâradîlâlî cihân gelmiş degül.”
 
Buradaki “Fâilâtün” kalıbına uydurmak için “dediler” ifâdesi “dîdiler” oluyor. Veyâ yaradılalı kelimesi “yâradîlâlî” hâline gelmek zorunda kalıyor.
 
Ama usta şâirlerde bu imâleler söyleyişe ayrı bir lezzet katıyor. Meselâ Nedîm’in “Gülüm şöylee gülüm böylee demektir yâre mu’tâdım--- Seni ey gül sever cânım ki cânâne hıtâbımsın” beytinde “şöyle ve böyle” uzun okunarak hem vezne uydurulmuş hem de mükemmel bir armoni sağlanmıştır.
 
Baştaki bu Türkçe kelimelerin asliyetinden doğan uzun ünlü olmama özelliği Arapça ve Farsça kelimelerin dilimize girmesiyle bu ârıza da giderilmiş oldu. 16 yüzyıldan i’tibâren muhteşem devletin ve muhteşem medeniyetin muhteşem ve armonik dili Osmanlı Türkçesi, edebiyâtın ve ilmin her alanında her ihtiyâca cevap veren millî bir dil hâline geldi.
 
Buna millî dil diyoruz, çünkü bu dili yalnız Türkler kullanıyordu. Araplar ve Farslar aynı alfabeyi kullanmalarına rağmen bu dili bilmiyorlar hattâ hiç anlamıyorlardı.
 
Çünkü dilimiz Türkçe fiil çekimlerinden başka bir tasrîf (çekim) uygulamamıştır. Arapça ve Farsça kelimelerin ifrâta vardırıldığı münşeâtlarda (süslü ve san’atli nesir) Veysî ve Nergisî metinlerinde bile yüklem veyâ bildirme ekinden başka Türkçe kelime bulunmayan metinlerde Türkçe özne-tümleç-yüklem serisi değişmemiştir. Zâten bu yüzden dilimize bir sürü Arapça Farsça kelime girmesine rağmen dilimizin omurgası değişmemiştir.
 
Dünyâda hiçbir dil homojen (tek yapılı) değildir. Bütün mes’ele dıştan gelen kelimelerin o dille nasıl bağdaştırıldığıdır. Dil kendisine lâzım olan malzemeyi her dilden alabilir. Bu bir kararla bir genelgeyle, bir kurumla olan bir hâdise değildir; kültür etkileşiminin tabîî sonucudur. Örflerin ve törelerin bile paylaşıldığı ortak yaşayışlarda dilin etkilenmemesi mümkün değildir.
 
Kapsama alanı en geniş sosyal etkileşim olayı olan dinlerin ortak kutsal kitap dilleri ve bu kitâbın dîninin sosyal ve dînî terminolojisi (fıkıh, kelâm, tefsir, akâid bilgileri, siyer vb.) o dillerin ortak mîrâsı hâline gelir. Aksi takdirde ümmet kavramı dışında kalırsınız.
 
Ümmet kavramı bağımsız millet olmaya hiçbir zaman mânî olmamıştır. Kaldı ki ümmet dînî literatürde zâten millet demektir.
 
Genişleyen coğrafya, değişen siyâsî ve uluslararası konjonktür tek çatı altında tek bir millet olarak yaşama şartlarını iptâl etmiştir. O zaman ortada kalan tek bağ ümmet kavramıdır. O ümmetin dînini, dilini, alfabesini, ortak değerlerini, (ki bunların büyük bir kısmı millî de değildir) tanımazsak ümmetle bağımız kopar. O zaman kitâbımızı Lâtin alfabesiyle okumak zorunda kalırız. Zâten ibâdetlerin dışında (namaz, ezan) kasîdelerin, duâların, mevlidlerin milletlerin kendi dilleri ile okumaları veyâ yapmalarında bir mahzûr görülmemiştir.
 
Ama namaz kırâati ortak ilâhî vahiy ve ezan da sünnet ile sübût bulduğu için bunların millî dillerle yapılması onu ibâdet olmaktan çıkarır. Bu “tevhîd” akîdesini iptâl etmektir

YABANCI KELİMELER DERLEME DİL Mİ YAPAR?

Bugün dünyânın en gelişmiş dillerinde yabancı kelime sayısı şaşırtıcı boyuttadır. Meselâ İngilizcenin %50’si Lâtin, %15’i Grek (Antik Yunanca) %10’u diğer diller ve ancak %25’i Anglo-Sakson’dur. İşte dünyâ dili İngilizcenin resmi budur. Bu durumdan hiçbir İngiliz veyâ İngilizce konuşan milletler şikâyetçi değildir. Hiçbir baskıcı kurum kuruluş, dernek veyâ akl-ı evveller dili sâdeleştirelim, yabancı kelimeleri atalım, öz İngilizceye yapışalım gibi bir garâbete saplanmamışlardır.
 
Bugün modern İngilizcenin en ünlü yazarlarında olan James Joyce, Virginia Woolf, Aldous Huxley, D.H. Lawrence, Joseph Conrad, Graham Green, E. M. Foster ve Doris Lessing asırların İngilizcesini kullanıyorlar ve İngilizler bu dili anlıyor. Şimdi kimse dîvân edebiyâtını anlamamak normal değil mi diyenlere, Peyâmî Safâ’yı, Mehmed Âkif’i, Hâlide Edîb’i, Ömer Seyfeddin’i ve Yahyâ Kemâl’i anlayamıyoruz diyenlere diyeceğimiz tek şey: Bundan siz sorumlu değilsiniz. Dilimizi bu hâle getirip dedeyi toruna ve bütün Türk dünyâsını Türkiye Türk’üne yabancı hâle getirenler, bu kasıtlı ve korkunç dil tahrîbâtını şuurla kasden yapanlardan dâvâcıyız.

HARF İNKILÂBI NEREDEN ÇIKTI?

Hiçbir sosyal olay birden meydâna gelmez. Sosyal olayların derin bir mâzîsi ve altyapısı vardır.  Bizde de bu Harf ve Dil İnkılâbı hemen olmadı; sâdece târih 1928 olarak belirlendi. Bu ve benzer inkılâplar Batılılaşma adına yapılmış baş döndürücü sosyal olaylardır ve hepsinin başlangıcı da Tanzîmât Fermânı’dır. Tanzîmât’ın getirdiği hiçbir tedbîr Osmanlıya ilaç olmamış azınlıkların haklarını ve statülerini inanılmaz derecede genişletmiştir. Açıkçası bu fermân bir Batı dayatmasıdır.
Harf İnkılâbının temelleri de aslen Tanzîmat’la gündeme gelmiştir. Tanzîmât’a Osmanlı düşünürleri “Tanzîmât-ı hayriyye” değil “Tazmînât-ı garbiyye” (Batı’ya ödenen tazmînât) veyâ “Tahavvülât-ı şerriye” (Kötü başkalaşım) demişlerdir.
İslâm harfleriyle bu millet rik’asıyla, sülüsüyle, ta’lîkıyla, nesihiyle, muhakkakıyla, dîvânî ve celî dîvânîsiyle hiçbir millete nasîp olmayan “abstre art” (sanal san’at) diyebileceğimiz hat san’atinin en nâdîde eserlerini vermiştir.
 
Leonardo Da Vinci’nin Hristiyan kültüründen neş’et eden figürlerine resim ve hayallerine karşılık, çöllerin sıcağından vâhaların serin ve gölgeli mekânına sığınan ilâhî kelâmın elifbası (alfabesi) Osmanlı saray, çeşme, ibâdethâne ve evlerin kapı üstlerinde ferâh-fezâ (huzûr veren) bir görünümle muazzam bir san’ate dönüşmüştür. Bu alfabeye artık hiç kimse Türk alfabesi değildir demeye kâdir değildir. Veyâ en azından Lâtin asıllı Türk alfabesi dendiği gibi Arap asıllı Türk alfabesi demek de uygundur.
 
Sultan Abdülhamîd’i diskalifiye eden 1908 II. Meşrûtiyeti’yle harf ve imlâyı düzenleme fikirleri gündeme gelmeye başladı. Yâni çekim, imlâ ve sözlük encümenleri kuruldu. Bu encümenler resmî mâhiyette olup Maârif Nezâreti tarafından 1921’de kurulmuştur. Yeni düzenleme teşebbüsleri arasında Elifbâ’yı ayrışık harflerle (hurûf-ı munfasıla) yazmak şekli gündeme gelmiştir.  Enver Paşa’nın bilhâssa orduda tatbîk etmek istediği bu yazı (Hatt-ı cedîd) reformu muvaffak olamadı.
 
Alfabe mes’elesine Osmanlıda ilk temâs edenlerden biri Münif Paşa olmuştur. Paşa’nın fikir özellikleri şöyleydi: Münif Paşa 13 Zilka’de 1278’de (11 Mayıs 1862) Cem’iyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’de verdiği bir konferansta alfabe mes’elesini ele almış, Arap harflerine yeni bir şekil vermek, ıslâhı cihetine gidilmek, yazılış ve okunuşu kolaylaştırmak fikrini ortaya koymuştur. Münif Paşa bu konferansında dilimizdeki kelimeleri ayrık harflerle bitiştirmeyerek yazmak fikrini tercîh ettiğini söyler. (Osmanlı İmparatorluğu’nun son asır Maârif Nâzırlarından olan Gâzîantepli Münif Paşa’nın bu konferansı için bakınız: Mecmûa-i fünûn, ikinci yıl,1280 (1860) no:14, ss, 74-77)
 
“Münif Paşa’nın Muhâverât-ı Hikemiyye’sinde Fenelon, Fontenelle, Voltaire’den topladığı bâzı diyaloglardan teşekkül eder. Bu eserle ilk defa okuyucular, insan yaradılışı, şöhret tekakkîsi, ferdî ihtiras, vatan sevgisi, cem’iyyet ahlâkı, genç kız ve kadın terbiyesi gibi esaslı mes’elelerle bizde o zamana kadar görüş tarzından ayrı bir şekilde karşılaşırlar. Bilhâssa genç yaşta okuyanların düşüncesinde bu küçük kitâbın bir ihtilâl yapmaması imkânsızdır.” (Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19.Asır Türk Edebiyâtı Tarihi, 3. Baskı, s. 152 Çağlayan Kitabevi, İstanbul)
 
Paşa’nın bu kitâbında yapmak istedikleri zâten bellidir. Gençlere bir Avrupâî yaşayış ve düşünce tarzı aşılarken, insan yaratılışında Volter ve benzerlerinin fikirleri Ahd-i Atîk’e daha uygundur. İnkılâpçı yapısı yıllardan beri uygulanarak bir steno kıvraklığı kazanmış Osmanlı Türkçesi imlâsında var olmayan bir tartışmayı açarak ileride bir inkılâbın kapılarını aralamıştır. Bu yenilik istekleri sâde Münif Paşa ile sınırlı kalmamıştır. İleride bu konulara daha geniş temâs edilecektir.
Paşa özetle şunları söylüyor: “Avrupalıların ve yazılarında müşkîlât-ı mezkûre (bilinen zorluklar) olmadığı misillü, usûl-i ta’limiyye (öğretme sistemi) dahî mümkün mertebe teshîl olunduğundan (kolaylaştırıldığından) altı yedi yaşlarında çocuklar pekâlâ okuyup yazmak öğrenmekte, zükûr ü ünâsdan (erkek ve kadınlardan) her sınıftan okuyup yazan çıkacaktır.  Osmanlıda Avrupa denince bilhâssa Fransa anlaşılırdı. Fransa’da bir âilenin üç çocuğu varsa biri papaz, biri şövalye yapılmak istenirdi. En yaygın usul buydu. Şövalyeliği kral verirdi. Kontlar aydın sınıf değil toprak ağalarıydı.
 
Papazlar sâdece İncil (bozulmuş şekliyle) ve sâde din kitapları okurlar ve pozitif bilimlere savaş açarlardı. Şövalyeler kral tarafından seçildikleri için kendi çalışmaları veyâ ilmî kariyerleriyle hiç münâsebeti olmazdı; zâten bu konuyla ilgileri de yoktu. Câhil ve gaddâr bir gruptu. Şimdi şöyle bir kıyaslama yapalım: Osmanlıda din adamları, kâdîlar, müftîler, imâmlar din, edebiyât, hukukta bir hayli iyi yetiştirilirlerdi.
Osmanlı’nın askerî sınıfı Avrupa ile ölçülmeyecek kadar kültürlü idi. Fransa’da subaylıktan yetişen belki bir Stendhal vardır. Osmanlı bu sınıfta şâir, edîb, siyâsetçi, yönetici, diplomat paşalarla doludur. Bu liyâkat unvanları sâdece ilmiyye sınıfı paşalarının değil, seyfiyye sınıfı paşalarının da ihrâz ettiği bir liyâkatti.
 
Zannediliyor mu ki Osmanlı dönemi Avrupa’sında Fransız
Devrimi’ne kadar okuma yazma oranı çok yüksekti. Sefâlet, pislik, vebâ, sokak cinâyetlerinin kol gezdiği Paris bile câhiller sürüsünün mekânı idi.  Kilise’nin verdiği cezâlar okuma yazma bilmeyen insanlara sâdece gösterilir ve tatbîk edilirdi. O zamanlar Avrupa yıkanmayan, pis, câhil, fuhuş ticâreti yapan ve kilise sultası altında inim inim inleyen insanlarla doluydu. O devirlerde hangi Avrupa ülkesi sokaklarında allâmeler barındırıyordu? Münif Paşa hangi okuma yazmadan bahsediyordu acabâ? 
 
(Kısmen faydalanılan makâle: M. Şâkir Ülkütaşır, Harf İnkılâbı ve Atatürk, T.K.A.E Türk Kültürü C. 8, s.92-93, Sayı, 85-96, 1969-1970, Ankara)
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.