Mezarlar ve mezar taşları

A -
A +

Osmanlı her şeyiyle tam bir estetizm medeniyeti idi. Dünyâda hiç de benzeri olmayan bir san’at dalı olarak mezar taşı estetizmi ve edebiyâtı doğmuştur. Genelde içli şiirler yazılmakla birlikte âyet ve hadislere pek rastlanmaz. Hüvelbâkî ile başlayan bu taşlar genelde merhûm ve mağfûr fülân bin fülân ile Fâtiha isteğiyle biter.

 

 

 

 

 

Bizim mezarlarımıza Hristiyanlar bile imrenmişlerdir. Ve bizim mezarlarımız kasvetli değil ferahtır. Aralarındaki yollardan gece gündüz insanlar geçer.

 

 

 

 

 

Bizim kabirlerimiz hâlâ bizlerle konuşur ve selâmlarımızı alırlar…

 

 

 

Mezarlar ve mezar taşları

 

İnsanlar en eski târihlerden beri -beşerî dinler de dâhil- rûhun ölümsüzlüğüne bir şekilde inanmışlardır. Bu yüzden insanlar ikinci mekânı olan mezarlara önem vermişlerdir. Bâzı dinlerde rûhun ölümsüzlüğü inancı olarak mezarlara meyve, yiyecek ve çiçekler konmakta, bâzılarında ise onun dünyâda iken en sevdiği takı ve ziynet eşyâları da onunla berâber gömülmekteydi. Eski Türklerde de kağan veyâ ünlü bir alp veyâ komutan ölünce atıyla birlikte gömülürdü. Eski Hintlerde bir mihrâce ölünce onunla birlikte eşi de yakılırdı.

 

 

MÜSLÜMAN MEZARLARI

 

 

Peki, İslâmiyette mezar ve mezar taşı hükümleri nelerdir, bir inceleyelim:

 

Bir def’a şunu açıkça belirtelim ki Müslümanlar, Peygamber Efendimiz’in yapıp uyguladığı veyâ uygulamadığı şeylere ellerinden geldiği kadar uymayı dînin gereği olarak görmüşlerdir.

 

Acaba Sahâbe-i kiram zamânında çevirmeli mezar veyâ mezar taşı var mıydı veyâ nasıldı? Bir bakalım:

 

Bunun en güzel örneği Hîfa Hâtun (radıyallâhü anhâ) hazretleri kıssasıdır.

 

Efendimiz zamânında Hîfa Hatun adında çok dindar bir hanım yaşardı. Rasûlullâh’a son derece bağlıydı. Bir gün Efendimiz’e “Yâ Rasûlallâh! Rabb’imin rızâsını ve cenneti kazanmak için ne yapmalıyım?” diye sordu. Efendimiz de kendisine “Evvelâ bir erkekle evlenmelisin” dedi.

 

Fakat bu hanım Medîne’nin en zenginlerinden, çok asîl ve çok güzel bir hatundu. Şimdiye kadar küfüv (denk) olarak bir aday çıkmadığı için evlenememişti. Hîfa Hatun “Yâ Rasûlallâh, emrin başım üzerine ama ben kiminle evlenebilirim ki, krallar da dâhil olmak üzere birçok kisrâ ve zenginler çok mal ve ziynet vererek benimle evlenmek istediler, hiçbirini kabûl etmedim” dedi. Bunun üzerine Efendimiz buyurdular ki: “O zaman sabah mescide ilk gelenle evlenir misin?” diye sordu. Bu mübârek hanım “Elbette Yâ Rasûlallâh” cevabını verdi.

 

Sabah mescide Suheyb adında, kimsesiz, fakîr, siyaha yakın tenli, uzun boylu ve fiziken güzel olmayan bir sahâbî geldi. O hanım hiç düşünmeden bu teklîfe uydu.  Efendimiz nikâhlarını kıydı ve Hazret-i Suheyb’e “Ya Suheyb, biraz tatlı al ve hanımını evine götür” deyince bu zat, “Aman yâ Rasûlallâh, benim ne param ne de evim vardır deyince Hazret-i Hîfa “Al bu paraları tatlı bir şeyler al sonra da Medîne çıkışındaki en güzel köşküme gidelim” dedi.

 

Evlerine gittikleri zifaf gecesi Hanım “Ey Suheyb, ister misin bu geceyi ibâdetle geçirelim” dedi. Suheyb “Zâten benim tek bildiğim budur” diyerek memnûniyetle kabûl etti.

 

 

İLK KABİR YAZILARI

 

 

Sabahleyin mescide yine en erken Hazreti Suheyb geldi. Efendimiz ona cennete gideceğini bildirince hemen mescide gitti ve “Yâ Rabbî daha çok yaşayıp günah işlemeden hemen vefât etmek isterim” dedi ve secdede vefât etti. Bu arada Efendimiz “Şu anda Hîfa Hatun da evinde vefât etti” buyurdular. Sonra da “Şuraya yan yana iki kabir kazın ve tahtalarına (burası çok önemli) şöyle yazın dediler. “Suheyb’in tahtasına, burada, Allâh’ın ni’metlerine şükreden Suheyb yatmaktadır” diğerine ise “Burada Allâhü te’âlanın mihnetlerine sabreden Hîfa yatmaktadır” yazdırdı. (Riyâdünnâsıhıyn-s.225)

 

Şimdi çok bilinen bu kıssayı niye hatırlattık? En önemli konu Peygamber Efendimiz’in iki mübârek insanın mezar tahtasına yazı yazılmasına izin vermesidir. Eğer Efendimiz böyle bir şey yapmamış olsaydı mezar taşlarına aslâ yazı yazılamazdı. Sahâbe-i kirâm hazerâtında Efendimiz’e karşı bizim şuur ve idrâkimiz dışında bir itâ’at vardı.

 

Şu hâdiseyi bir hatırlayalım:

 

Bir gün Risâletpenâh Efendimiz açık bir alanda Sahâbe-i kirâma namaz kıldırıyordu. Na’leyninde (terlik) bir böcek olduğunu hissedince onu diğer ayağı ile çıkardı. Selâm verdiğinde bütün ashâbın na’leynlerinin çıkmış olduğunu görünce sordu: “Ey ashâbım size ne oldu da na’leynlerinizi çıkardınız? Ben mecburiyetten böyle yaptım” deyince o mübârek insanlar cevâben “Yâ Rasûlallâh, sen bir şey yaparsın da biz onu yapmazsak yanarız” dediler.

 

İşte Sahâbe-i kirâm böyleydi.

 

Evet doğru olan, isim ve vefat târihi dışında mezar taşlarına bir şey yazmamaktır.  Ancak yukarıdaki Hîfa Hatun olayı bu ümmeti sıkıntıdan kurtarmıştır.

 

***

 

Gelelim yine mezar taşları ile ilgili konuya. İslâm âlimleri bu konuda neler demişler acabâ? Meselâ Müftiü’s-sekaleyn (insanlara ve cinlere fetvâ veren) Ebussu’ûd Efendinin bu konudaki fetvâsı nedir?

 

861. Mes’ele: Meyyit gaslolunup alnına ve sadrına “Bismillâhirrahmânirrahim” ve bâzı âyetler yazmak câiz midir?”

 

(Ölü yıkanınca alnına ve göğsüne “besmele ve bâzı âyetler” yazmak uygun olur mu?)

 

El cevâb: “Bir kâğıda yazılıp karşısına konmak evlâdır. Çürüyüp bulaşmaktan ihrâz etmek gerekir.”

 

(Yazıların çürüyüp bulaşmasından çekinmek için kabrinde karşısına koymak gerekir.)

 

862. Mes’ele: Mekaabirde meyyit yanında Nur du’âsını koymak câiz midir?

 

(Kabirlerde ölü yanına Nûr du’âsını koymak uygun mudur?”)

 

El cevâb: Bâzı meşâyıh tecvîz etmişlerdir. Ammâ cesed-i meyyite değmemek gerekir.”

 

(Bâzı İslâm âlimleri ölü bedenine değmemek şartıyla bunu uygun bulmuşlar, izin vermişler.)  [Mehmet Ertuğrul Düzdağ, Şeyhulislâm Ebussu’ûd Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, s.173, Enderun Kitabevi, İstanbul 1973]

 

 

YORUMLAR

 

 

Âlim ve seyyid gibi zatların kabirlerinin kaybolmamaları için taş dikilip adlarının yazılmasında bir mahzur yoktur. Diğer ölülerin de eserlerinin kaybolmamaları ve zillete düşmemeleri için başlarının ucuna birer taş dikilip âyet olmamak şartıyla üzerine adları yazılabilir.

 

Hadîs-i şerîflerde kabirler üzerine konan taşlara gelişigüzel yazı yazılmasının yasaklanması (İbn Mâce, Cenâiz 43), sebebiyle İslâm hukukçuları mezar taşlarına âyet yazmanın yere düşüp çiğnenmesi ihtimâli yüzünden câiz olmadığını söylemişlerdir. (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, Ahmet Davutoğlu, İstanbul, 1983, III/493, vd.)

 

Hazreti Peygamber, oğlu İbrâhîm ve Medîne’de vefât eden ilk Muhâcir Osman bin Maz’ûn’un kabirleri başına tanınmaları için bir taş koydurmuştu. Buna göre taşa isim ve vefat târihleri yazılması uygundur.

 

Kabri hafif balıksırtı yapmak, baş ve ayak şâhideleri (taşları) dikmek sünnettir.

 

Hazîrelerde veyâ özenle korunan mezarlardaki taşlar varlıklarını asırlardır korumakla birlikte umûmî mezarlardaki taşların yerlerde süründüğünü görüyoruz.

 

Yunus Emre bir şiirinde mezar taşı yazısından bahseder: “Yunus der ki gör takdîrin işleri///Dökülmüştür kirpikleri kaşları///Başları ucunda hece taşları ///Ne söylerler ne bir haber verirler.”

 

 

 

YENİ BİR SANAT DALI

 

 

 

Şöyle veyâ böyle (bid’at de olsa) memleketimizde asırlardır süren bir mezar ve mezar taşı estetiği doğmuştur. Meselâ bir denizcinin mezar taşında çapa, gemi direği, yelken bezi, bir kâtibim taşında ise hokka ve kalem görünmektedir. Hanımların mezar taşlarında yeni ölen gelin için duvak, hâmile iken ölen hanımın mezar üst taşında non-figüratif (figür olmayan) bir bebek, bir erkeği sevip iffetini koruyarak ölen bir şehîdenin yatay taşında ise oyma bir kalp bulunurdu.

 

Ayrıca arma, makam; üzüm, bereket; hurma, cennet; gül, dindar kadın anlamları taşırdı.

 

Tarîkatlerde ise taşlar şöyleydi: Hiyerarşiye göre örfî, cüneydî, şekerâvîz, şekerâvîz kafesi; dervişlerinkinde ise başlık destarsız dal sikke bulunurdu.

 

Mevlevîlerde uzun ve keçeden yapılan sikke motifi varken, Kâdirîler ve Nakşîlerde taçlar müjgânlıdır (kirpikli). Kâdirî taçlarında 18 köşeli yıldız ve sekiz yapraklı gül motifleri vardır. Bayrâmîlerin 6, Celvetîlerin taçları 13 terklidir.

 

Melâmî ve Hamzevîler görüntüye önem vermedikleri için onların taşlarında “bî ser ü bî pâ” (başsız ve ayaksız) yazar.

 

Cellâdların tanınmamaları için mezar taşlarında hiçbir yazı ve işâret yoktur.

 

Vehhâbîler bu işte ifrâta vararak kabir üzerlerini düz ve taşsız yapmışlardır. Bedir’in Uhud ve diğer savaşların şehid mezarları tahrip edilmiştir. Şimdi Cennetü’l-bakî’de hiçbir mezar veyâ mezar taşı yoktur.

 

1806’da Su’ûd b. Abdüllazîz, Medîne-i Münevvere’yi istîlâ edince buradaki mezar taşlarını ve türbeleri yıktırdı. Sultan II. Abdülhamîd bunları yeniden yaptırmışsa da 1926’da Su’ûdîler bunları yine yıktırmışlardır.

 

Osmanlı mezar taşlarında mesleklere göre kavuk ve başlıklar da dikkat çeker. Hangi mezarda hangi meslekten kişinin medfûn bulunduğunu anlayabilirdiniz.

 

Bizde mezarların başında genelde servi ağacı dikilidir. Bu ağaç düzlüğü ve şekli itibarıyla “elif”i yâni lafza-i celâlin ilk harfini temsîl ederdi.

 

Şimdiki mezarlarda ayaktaşı dikilmeyip yerine kuşlar için su içeceği konulması uygun değildir.

 

Ayrıca şimdiki mezar taşları Lâtin alfabesiyle yazılı olup bir de bu taşlara resim konulması da çok yanlıştır. Osmanlıca bilmeyen bu nesil anne ve baba mezarlarını tanıyabilmek için bu alfabeyi tercîh ediyorlar.

 

Osmanlı her şeyiyle tam bir estetizm medeniyeti idi. Dünyâda hiç de benzeri olmayan bir san’at dalı olarak mezar taşı estetizmi ve edebiyâtı doğmuştur. Genelde içli şiirler yazılmakla birlikte âyet ve hadislere pek rastlanmaz. Hüvelbâkî ile başlayan bu taşlar genelde merhûm ve mağfûr fülân bin fülân (veyâ binti), Fâtiha-yı şerîfe isteği ile biter.

 

Kabirlerin yolları temiz ve geçilebilir olmalıdır. Şimdi çoğalan İstanbul nüfûsunda yollara bile mezarlar yapılıp ulaşmak istediğiniz mezara sekerek gitmek zorundasınız. Düşüp kolunu bacağını kıranlar bile olmaktadır.

 

Osmanlı mezarları gasbedilip yerlerine falan rütbeli veyâ eşraftan diye dikilen mezar taşları, yıkılan Osmanlının yerinen kurulan bir devri sembolize eder gibidir. Çok zaman kaldırılmayan bu taşlar hiç de hak etmedikleri bir şekilde torunları tarafından çiğnenmektedir. Âkif’in dediği gibi “Şenâ’atlerle çiğnensin muazzam kabri Orhân’ın.” Ne acı değil mi? Bir seyyid veyâ bir Şeyhulislâm kabir taşı Yunanlılar tarafından değil de torunları tarafından çiğneniyor. Sonra da diyorlar ki: Mezar taşını okuyamayan câhil mi kalır? Evet bu nesli sâdece câhil değil ata mezarlarını çiğneyecek kadar gâfil de yaptınız!..

 

Bu arada şunu da hatırlatalım: Mezar bir mekân ismidir. Ziyâret edilen yer anlamında. Dolayısıyla mezarlık ifâdesi de galat olarak türemiştir.

 

 

İSTİRÂHATGÂH YANİ KABİR EBEDÎ MİDİR?

 

 

Bir diğer konu kabirler ebedî itirâhatgâh değildir. Kabir, Bezm-i elestle başlayan, sonra âlem-i mümkinât ve sonra da âlem-i berzah olan üçüncü geçici mekânımızdır. Ebedî mekân âlem-i hakîkat, yâni ya cennet ya da hafazanallah cehennemdir.

 

Bakmayın kabirde azap yoktur diyenlere: “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe; ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyuruyor Seyyid-i kâinât Efendi’miz. (Tirmizî, Kıyâmet 26.)

 

Kabristana girince “Esselâmü aleyküm yâ yâ ehle dâr’il-kavmi’-l mü’minîn” demeli ve 11 İhlâsât-ı şerîfe okunmalıdır.

 

Mezarlara ağaç ve çiçek dikmek sünnettir. Tek karanfil ve tek çiçek veyâ çelenk bırakmak Hristiyân âdetidir.

 

Mezarlara hanımların girmemeleri daha iyi olsa da girerlerse yarı tesettürlü siyah yarım eşarp ve siyah elbise ve kapkara iri gözlüklerle gelmeleri de  Hristiyân âdetidir.

 

 

HRİSTİYANLAR BİLE İMRENMİŞLER

 

 

Bizim mezarlarımıza Hristiyanlar bile imrenmişlerdir. Ve bizim mezarlarımız kasvetli değil ferahtır. Aralarındaki yollardan gece gündüz insanlar geçerler. Bir selâm verip okurlar hem rahatlarlar hem de tanımadıkları insanlara okumanın sevincini yaşarlar.

 

Epey seneler evvel İstanbul’u görmeye gelen şâir Henri de Réginier Eyüp mezarlarının yokuşunda durmuş, Türk ölümünün derin bir vecdiyle Türk ırkından doğup bizimle berâber yaşayıp öldükten sonra mezarına sarıklı bir taşın dikilmeyeceğine acımış ve “İstanbul mü’minlerinin o kadar sevdiği Eyüp servilerinin altında kendimi senin ölülerinle kardeş hissettim” demiştir.

 

Bir Katolik şâiri böyle söyleten Eyüp bizi de içine aldığı zaman fazla düşündürmüyor, orada âhıret havasını teneffüs ederken müsterih oluyoruz…

 

Fetihten sonra Sahâbî Hâlid’in (radıyallâhü anh) kabri etrâfına şehitler gömüldüler. Akşemseddin’le (rahmetullâhi aleyh) fetih askerlerinin muhâsara günlerinde gözlerine görünen Sahâbî Hâlid bir timsâl iken toprakta bir makam oldu; o makam bir şehitlik oldu. O şehitlik bir ölüm şehri oldu…

 

Bir gün Sahâbî Hâlid’in fetih askerlerinden birinin burma kavuklu taşına vecidle uzun uzun baktım. Tiryâkî bir Ocak ihtiyârının vücûdunu haber veren o metin taş, ölümün ortasında kavuğu yıkmış, hâlâ fetih rüyâsını görüyor gibi.” (Yahya Kemal, Aziz İstanbul, 29 Mayıs 1964, Yahya Kemal Enstitüsü, s.127-132)

 

Ya da yine Yahya Kemal’in ölümü bu kadar çekici yapan mısralarına bir bakalım:

 

Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış/// Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle/// Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış/// Eski Şîrâz’ı hayâl ettiren âhengiyle…Ölüm âsûde bir bahâr ülkesidir bir rinde/// Gönlü her yerde buhurdân gibi yıllarca tüter///Ve serin serviler altında kalan kabrinde/// her seher bir gül açar her gece bir bülbül öter.

 

Bizim kabirlerimiz hâlâ bizlerle konuşur ve selâmlarımızı alırlar. Ve biz Müslümanlar bir istirâhat yeri olarak gördüğümüz kabirlere bakıp geçerken ecdâdımıza kavuşacağımız için hayâtımızda iken bile onları kendi mekânlarımız gibi görürüz.

 

 

 

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.