Kazâ gelince…

A -
A +

Osmanlı Devleti’nde kazâ bayağı da “geliyorum” dedi. Küçük ve büyük isyanlar, mütegallibe (zorba) hâline gelen Yeniçeri tâifesi, son zamanlarda devlet gibi davranan a’yanlar… Bunların hepsi gelen büyük kazânın ayak sesleriydi... Aslında kazâ ve belânın ayak sesleri alenî olarak geldi; kademeler şöyleydi: 1- Sened-i ittifak 2-Tanzîmât Fermânı 3- Genç Osmanlılar 4- Jön Türkler 5- İttihâd ve Terakkî Cem’iyyeti.

 

 

 

 

Kazâ gelince…
Bir toplantı öncesi Genç Osmanlılar...

 

 

İnsanların hiç beklemedikleri anda başlarına beklemedikleri şeyler gelebilir. Bunlar kazâlar, belâlar veyâ daha başka olumsuz şeylerdir. Bunların bâzıları birtakım tedbirlerle atlatılabilir ama çok zaman kazâya mânî olmak da mümkün olmaz.

 

Bu konuda güzel bir söz ki sonradan bir hadîs-i şerîf ile te’lîf edilmiştir: “İzâ câ’el kazâ umiyel basar ve izâ halle’l kaderü betale’l hazer.” (Kazâ gelince görme duyusu körelir, kader gelince tedbir bozulur.)

 

Tefsîr-i Râzî’de rivâyet olunduğuna göre Abdullah bin Abbâs, Süleymân aleyhisselâm kıssasını anlatırken “İzâ câe’l kader umiyel basar” yâni “Kader gelince gözler kör olur” der. Bu, Hazret-i Muaz ve Hazret-i Âişe’nin rivâyet ettiği “Tedbîrin kadere faydası yoktur ama du’ânın gelmiş gelmemiş belâya faydası vardır; öyleyse Allâh’ın kulları du’â ediniz” hadîs-i şerîfinden alınmıştır. (Müsned, Ahmed b. Hanbel,  Tefsîr-i Râzî, Alıntı Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci)

 

Şeyh Gâlib’in şu beyti de ne güzeldir: “Tedbîri terk eyle takdîr Hudâ’nındır” Tabîî ki bize tedbîr emredilmiştir.

 

Yine Yahyâ Kemâl’in şu rubâîsi de düşünmeye değer: “Her rind bu bezmin nedir encâmı bilir/// Dünyâmızı nâgâh zalâm örtebilir/// Bir bitmeyecek şevk verirken beste/// Bir tel kopar âheng ebediyyen kesilir.” (Her derviş bu dünyânın sonunun ne olduğunu bilir. Dünyâmızı âniden bir karanlık örtebilir. Bir beste büyük bir şevk ile icrâ edilirken, bir tel kopar âheng hemen biter.) Yâni keyfimiz yerinde ve her şey istediğimiz gibi giderken bir acı haber hayâtımızı allak bullak ediverir.

 

Yine Arap şâiri Ferezdak ile anılan bir şiir vardır, ama ona âit olduğu te’yîd edilememiştir:

 

El felekü kavsün/// El havâdisü sihâmün ///El hedefü insânün/// Er’râmi hüvallâh /// Eynel mefer…” (Gökyüzü bir ok yayıdır. Olaylar o yaya yerleştirilmiş oklardır. Bu okların hedefi insandır. Atan da Allâh ise nereye kaçabilirsin?)

 

Tabîî kazâ ve kader bahsi çok uzun; bunun mübremi var muallakı var, ama bunlar asıl konuya sâdece giriş yapmak içindir.

 

 

 

 

ASIL KONUMUZ NE?

 

 

Ağzı du’âlıların tebaa olduğu, şer’i şerîfe ellerinden geldiği kadar uyan ve bâzılarının kerâmet sâhibi olduğu bile söylenen pâdişahların yönettiği, Ehl-i sünnetin kalesi olan Osmanlı Devleti neden yıkıldı? Belâlar felâketler neden bu devlete ârız oldu? Saraylarında Nakîbü’l-eşraftan dâimâ birini bulunduran ve dünyâda hiçbir Müslüman devletin îtibâr etmediği kadar Ehl-i beyte hürmet eden bu devletin yıkılmasına Rabb’im niçin rızâ gösterdi?

 

 

 

 

KAZÂ GELİYORUM DEMEZ Mİ?

 

 

Osmanlıda kazâ bayağı da “geliyorum” dedi. Küçük ve büyük isyanlar, mütegallibe (zorba) hâline gelen Yeniçeri tâifesi, son zamanlarda devlet gibi davranan a’yanlar… Bunların hepsi gelen kazânın ayak sesleriydi.

 

“Du’â edin kabûl edeyim” buyuran Rabb’imiz du’âları kabûl mü etmedi? Halîfeler, velâyet sahipleri, mürşidân, müridân hep du’â etmediler mi? Emr-i ma’rûf nehy-i ani’l-münker mi terkedildi? Ne oldu da bu devlet çöktü?

 

Aslında kazâ ve belânın ayak sesleri alenî olarak geldi; kademeler şöyleydi: 1- Sened-i ittifak 2-Tanzîmât Fermânı 3- Genç Osmanlılar 4- Jön Türkler 5- İttihâd ve Terakkî Cem’iyyeti (İTC)

 

Beşinci maddeyi, yâni İTC’yi hepsinden ayırmak lâzım. İlk dört madde Osmanlıyı salladı ama yıkamadı. İTC son darbeyi vurdu. Ve işin en mühimmi de olay orada bitmedi; te’sîri yıllarca sürdü ve hâlâ sürüyor.

 

Gerçek târihi milletinden saklanan ender milletlerden birisi ve belki de birincisiyiz. Kaynak karartmaktan ve gerçek belgelere ulaşılamamaktan doğan sis perdesi daha yeni yeni aralanmaya başladı. İnsanımız yazılanlara kafa salladı, sövülen mâzisine sövenle eşlik etti. “Ecdâdına saldır!” dediler, saldırdı; geçmiş en az 5.000 yıllık târihini yok saydı. Asırlara sığmayan târihini yüz yıla, 1.500 yıllık belgeli dilini 50 yıla sığdırdı. Mâziyi bilmeyenler hâle râzı olur; istikbâli de kuramazlar. Dolayısıyla köklü devletimizi çökerten bu beş maddeyi insanımıza iyice anlatmalıyız. Tabîî ki İTC’yi ayrı bir başlıkta ve çok teferruatlı olarak insanımıza iyice belletmeliyiz. İTC milletimizin ufka açılan domino taşının itici gücüdür. Kinetik enerjisi potansiyel enerjisinden kat kat fazla olmuştur. Bizim “kültür pandemimiz” 1860’larda başladı 1908’lerde entübe edildik.

 

 

 

 

İTC İLLEGAL MİYDİ?

 

 

Şimdi bu soruya îtirâz edenler “Ne münâsebet efendim, elbette legal (kanûnî) bir partiydi, seçilmişti” diyecekler. Bugün bile dünyâda seçilmiş ama illegal olan o kadar iktidar partileri var ki, hem bunlar halkın %95’leri civârında oy alarak geliyorlar. Ama “Demokles’in Kılıcı” tepenizde sallanırken demokrasiden bahsetmek komiktir. Bu millet bunu kaç def’a yaşamıştır. İTC bir parti değil %90’i masonik olan bir gruptu. Osmanlıyı I. Cihan Harbi’ne sokarak topraklarını yamalı bohçaya çeviren bir projeydi. Zâten komitacıdan devlet adamı olmaz.

 

İTC, hakkında şimdiye kadar çok kitap yazıldı, belgeseller yayınlandı ama gençler güncel olmayan şeylere pek i’tibâr etmedikleri için bu olaylarla da fazla ilgilenmediler. Açıkçası gençlik sorumsuz ve çoğunlukla günlük yaşayan, dînî ve millî değerlere yanaşmayan, epiküryen, hedonik bir yapıya sâhip. Üniversite gençliği modern hayâtın genelde geleceğe yönelik ve maddî boyutuyla meşgul oldukları için geçmiş onları etkilemiyor. Belki bu yüzden ülkemizde darbelerin arkası kesilmiyordu. Öyle ki 1960’dan sonra her 10 senede bir bâzı direktifleri dayatmak için askerî darbeler yapıldı. Bunlar karikatürize de edilse sanki kanıksanmaya başladı.

 

1968 üniversite olayları ile eğitim büyük bir darbe yedi. Garip olan şu ki olaylar Fransa’da başladı hemen bizde de taklîd edildi. Bu olaylar 1975’de zirve yapan terör olaylarının da başlangıcıydı. Bakın, 1980 12 Eylül darbesiyle birdenbire garip bir şekilde son bulan sağ-sol çatışmaları hiç boşluk kabûl etmeyen terör ortamını 1984’te PKK olaylarına taşıdı. Aslında bunlar yokken de DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) belki ilk Kürtçülük olayları olmakla birlikte Türk siyâsetinin tescilli bir Türk profesör tarafından desteklenmesi çok da basit ve tesâdüfî bir olay aslâ değildir.

 

İttihadcıların ilk yazarlarından İshak Sukûtî çıkan yazılarında imzâsını “Bir Kürt” diye atardı.

 

Sultan II. Abdülhamid zamanından çıkan Mikdat Midhat Bedirhan’ın “Kürdistan Mecmuası” önce Mısır, sonra da Paris’te yayımlandı. İstanbul’da bunun neşrine izin vermeyip kapatan Abdülhamid zamânında Osmanlıda “Kürdistan” ve “Lâzistan” diye idârî bir nevi eyâletler vardı. İTC’liler bunları yönetim tarafdârı erklerle sistematize etmek istediler. Aslında “PKK” olayları da kökenini İTC ile gündeme getirmiştir. Sonra da onlar buna karşılık “Türkçülük” ile ortaya çıkınca diğer anâsır da başlarını çıkarmıştır.

 

 

 

 

CESUR YÜREKLER

 

 

O devirde Türkiye’de sistemi korumak adına sıkı bir sansür uygulandı. Sağa ve sola serbest yazma hakkı tanınmadı. Ara sıra çıkan cılız sesler susturularak ve dergiler kapatılarak yazarları ve genel yayın yönetmenleri çeşitli cezâlara çarptırıldılar. Buna rağmen hapislere ve hak mahrûmiyetlerine aldırmayarak bu uğurda ömür çürüten aydınlarımız oldu.

 

Elbette devletin kendisini koruma refleksi vardır. Devleti doğrudan hedef alan girişimlere adlî unsurlar da karşı çıkar. Ama Türkçülükten hangi zümre zarar görmüştür de asrımızın en büyük âlim, şâir ve yazarları 1944 Turancılık olaylarında tabutluklara tıkılmışlardır. Necip Fâzıl ve Osman Yüksel vatan hâinleri miydi de hapishâne müdâvimi oldular?

 

1950-60 arası kardelen gibi “bir demet demokrasi” sunan Adnan Menderes niçin dar ağacını boyladı?

 

 

 

 

15 TEMMUZ MU’ÂSIR DESTÂNI

 

 

Evet, halk Menderes’i ve iki bakanı çok seviyordu, ama bunlar asılırken halkın verdiği tepki evlerine çekilip ağlamak ve sessizce beddu’â etmekti. Çünkü millet daha demokrasiye, direnmeye alışık değildi. Demokrasiyi bilmeden devrimler muhâlefetiyle çok kelleler verdiler. Bu millet 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta da evlere çekildi. Âhü vâh etti.

 

Fakat ne oldu da 15 Temmuz’da bu millet tankların önüne yattı? Bir tek sivilde, halkta silah yokken namlulara göğüslerini dayadılar? Bâzıları “Birbirlerini vurdular, kurşunların asker silâhından çıktığına dâir balistik ölçüm yapıldı mı?” diyor. Öyle ya Özel Harekâtı F-16’larla bombalayıp 51 evlâdımızı da şehit eden uçakları falan, köy muhtarları ile birkaç ihtiyar hey’eti âzâsı kullanıyordu(!) 258 kişi de figüran olarak ölü taklîdi yaptılar(!) Yâhu siz ne zaman bu milletle berâber düşünecek, aynı şeye üzülecek aynı şeye sevineceksiniz. Akla kara gibi bu ayrılık neyin nesidir?

 

 

 

 

ÖNCEKİ KALKIŞMALAR

 

 

Osmanlının derdi özellikle 17. asırla birlikte Yeniçerilerdir. Yeniçeri isyân etmedi, düzenden memnundular. Halkı haraca bağlamışlar, derebeylik kurmuş gibiydiler. Onlar bu düzendeki devleti niye yıksınlar?

 

Osmanlıyı bitiren hareketlerin başı ve geleceğin devamlı darbeler furyasının eşiği olmuştur. Bunun da evveli İTC, âhıri ise İTC rûhudur.

 

Her darbeden sonra idâreye el koyan asker seçimler yapmış, parlamento göreve başlamış, yeni anayasa ve şartlı oylamalar yapılmışDemokles kılıçlarının gölgesi demokrasi güneşini örtmüştür.

 

Bu nereden geldi? Tabîî ki İTC’den… Onlar da demokrat görünümlü komitacılardan oluşan sözde bir demokrasi kurmuşlardı.

 

Bir hareketin başarılı olabilmesi için halkın onu benimsemesi lâzımdır. Halkın benimsemediği bir idârî sistem zorbalıkla ayakta durabilir. O sistem dayatmadır, antidemokratiktir.

 

“Jön Türkler’in devletin en zayıf tabakasını oluşturan aydınlar olduklarına dâir tesbît önemlidir. Aldıkları Avrupâî eğitimden dolayı devletin alt tabakasını oluşturan halka yabancılaşmışlardır. Osmanlı Devleti’ndeki sınıflar arasındaki farklar çok belirginleşmediği için Jön Türkler kendilerini bütün halkın temsilcisi olarak görmüşlerdir. Tıpkı Batı Avrupa’da olduğu gibi burjuvazinin mücâdelesinde menfaatlerini bütün herkesin menfaati olarak görmüşler ve kendi taleplerinin gerçekleşmesiyle birlikte herkesin isteğinin gerçekleşeceğine inanmışlardır.” (Necmettin Alkan, Selânik İstanbul’a Karşı, Timaş Yayınları, s. 324, İstanbul 2011.)

 

Genç Osmanlılar ve Jön Türkler arsında isim bakımından önemli bir detay vardır. İmparatorluklar anâsır-ı muhtelifeden (değişik ırklardan ve dinlerden) meydana gelir. Tek ırk ve tek din milleti eski çağlarda vardı. Meselâ Kadîm Mısır’da da Kıbtîler ve Beni İsrâîl milletleri vardı. Bu olay Orta Çağlarda geçerli olabilir.

 

Avrupa’daki İmparatorluklar hep değişik kavimler üzerine binâ edilmiştir. İngiltere, Bretonlar, Galyalılar, Romalılar Saksonlar ve Angıllar tabanı üzerine kurulmuştur.

 

Bu arada mezhep tekliğine dayalı (Ortodoks) ve diğer mezheplere tamamen kapalı imparatorluklar da vardı. Bizans gibi…

 

Osmanlı Fâtih’e kadar “Devlet-i aliyye” diye anılırken sonra “Devlet-i Âl-i Osman” şeklinde de anılmıştır. Fâtih’le birlikte Osmanlıya “Doğu Bizans İmparatorluğu” da denmiştir. İmparatorluk kavramı Osmanlıda pek kullanılmamakla birlikte ona İmparatorluk demek yanlış olmaz.

 

Fransızlar krallıkla yönetilirken bile 14. Louis “L’Etat c’est moi” (Devlet benim, devlet benim cismimdir) demiştir.

 

İngiltere eskiden beri United Kingdom (Birleşik Krallık) diye bilinir.

 

Osmanlı ilk kurulduğu zaman yalnız “Kayı”lardan oluşmuştu. Mütecânis, (homojen) bir topluluktu.

 

Amerika ilk kuruluşuyla eyâlet sistemiyle devletleştiği için United States of America (Amerika Birleşik Devletleri) şeklinde bilinir.

 

Türk devletleri ilk defa Göktürklerde “Türk” kavramıyla anılmış ondan sonra bu Türkiye Cumhûriyeti’ne kadar tekrarlanmamıştır. Batı’da Türklere genelde “Turcicum”, “Turqoie”,  “Turkey”, “Turchia”, “Türkei” veyâ “Türk İmparatorluğu” denmiştir.

 

Bu kavram Osmanlıda devlet, Batı’da imparatorluk olarak geçer. Bu büyük devlet devşirmelerle homojen vasfını kaybeder. Buna mecburdur çünkü çok çabuk gelişmiş ve nüfûsu aldığı bölgeleri elinde tutacak güce sâhip olamamıştır.

 

Bu yüzden Jön Türkler, Genç Osmanlılara karşı iddialı bir isimdir. Bunun sebebi de bunların Avrupa ayaklarının çok kuvvetli olması ve Avrupa’nın da Osmanlıyı Türk olarak görmesidir.

 

Buna rağmen Türkçülüğü savunan İTC yayın organında yazı yazanlar İshak Sükûtî, Abdullah Cevdet ve Tunalı Hilmi Fransızca, Almanca ve İngilizce dillerinde gazetelerinde “Jön Türk” ifâdesini kullanan kişilerdir ve hiçbirisi de Türkçü değildir. İşin garip tarafı İshak Sükûtî ve Abdullah Cevdet de Kürt asıllıdırlar.

 

İTC’liler kendilerinden önce gelen Yeni Osmanlılar kuşağının devâmıdır. Bu Jön Türk ifâdesi genelde muhâliflerin kullandığı bir jargondu.

 

İTC ile başlayan Türkçülük hareketinde Türk, Kürt, dönme, mason, Sabetaist ve ateist, tetikçi, komplocu, komitacı, Bulgar ve Yunanlar bulunmaktaydı. İşte İTC halitası (karışımı) buydu.

 

 

 

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.