Dünyâ, kâinat, insan, eşyâ hâsılı bütün varlıklar sebepli ve mesnetli yaratıldı. Kâinatta fıtraten ve sünnetullâha uygun olarak cousality (nedensellik) fark edilse de mutlak değildir. Nedensellik her sonucun bir sebebi olması ya da her sonucun bir sebebe bağlanmasıdır. Eskilerin deyimiyle Dehriyyûn yâni tabîatin kendisiyle tekevvün eden (oluşan) bir âlem düşüncesi. Kozmik âlem. Bugün hâlâ gündemden düşmeyen “tabîat ana” tezi. Ateizmin temel argümanı…
Fizik ve kozmik âlemde, tecrübî ilimlerde nedensellik elbette geçerlidir. Rabb’imiz mümkinât âleminde “Müsebbibü’l-esbâb” olarak olayların ilk sebebini yaratandır. Daha doğrusu sebepleri yaratandır. Kâinât birbirini tâkip eden zincirleme olaylarla tekevvün (oluşum) hâlinde iken belli bir zaman ve belli bir düzenle mutlak güç tarafından insana hazırlanıyordu. Bu hazırlanış belki milyarlarca yıl sürdü.
Sebeplilik çok mantıklı ve aklî bir yaklaşımdır. Bir tohum atmazsanız bir bitki yetiştiremezsiniz. Ama bu teze muhâlif bir hudâî nâbit olayı vardır. Yâni kendiliğinden yetişme... Anlamı ise Allah’ın yetiştirdiği nebattır. Aslına bakıldığında hudâî nâbit de kendiliğinden bitmiyor. İnsan eliyle ekilmeden biten anlamında kullanılmış bir terim. Bu yüzden hiçbir eğitim almadan ve üzerine emek olmadan mükemmel yetişen bir delikanlıya önceleri hüdâyî nâbit genç derlerdi. Aslında bütün mahlûkât hudâî nâbittir.
Allâhü te’âlâ Hazret-i Âdem’i sebepsiz yaratmıştır. Bu sebepsizlikten murat bir çocuğun meydana gelmesi için elzem olan anne-baba birlikteliğidir. “Sonra toprak düzeltildi, tamamlandı içine rûh üflendi.” (Secde-9) Ebü’l-beşer yâni insanın babası Âdem aleyhisselâm yaratıldı.
“O, sizleri bir topraktan, bir damla sudan, sonra da kan pıhtısından (embriyo) yaratandır. (Mü’min 40, Gafîr 67)
Hazret-i Îsa’da şeklen de olsa bir doğum için gerekli rahim vardır. Hazret-i Âdem’de bir rahim olayı da yoktur.
Bu bâbda sebep kelimesini fizikî olaylara doğrudan etken olan kuvvet olarak almamak lâzım. Çünkü başta Hazret-i Âdem’in yaratılışı fizikî değil ama, insânın hayat başlangıcı için elzem, Rabb’imiz için irâdî bir halk ediştir. Allâhü teâlaya hiçbir elzemlik veyâ vücûbiyet, yâni mecburiyet ve mes’ûliyet iâre edilemez. Vâcibü’l-vücûd olması ve sıfât-ı ulûhiyyesi yalnız zâtına mahsustur. Hepimiz her şeyden mes’ûlken o her şeyden lâ-yüs’eldir (kimseye ve hiçbir mahlûka sorumlu ve mecbûr olmamak).
Hazret-i Âdem’e Safiyyullâh (Allâhü te’âlanın ihsânı ile seçilmiş olarak yaratılan temiz kimse) denilmiştir.
Hazret-i Îsâ’ya da “Rûhullâh” veyâ Allah’ın “ol” kelimesi ile yaratıldığı için “Kelimetullâh” denilmiştir. Kur’ân-ı kerim’de üç yerde “Allâh’tan bir kelime” diye geçer. (Âl-i İmrân, 3-39, 45; Nisâ, 4-171, 19-30)
Hazret-i Îsâ “Şüphesiz Allâh benim de Rabb’im, sizin de Rabb’inizdir, ona kulluk edin, işte doğru yol budur” buyurmuştur. (Meryem 19-36)
Yahûdîler yüce peygamber ve annesi Hazret-i Meryem’e nasıl iftirâ ettilerse, Hristiyanlar da onun hakkında üç yanlış inanışa saplandılar: Bir kısmı Meryem oğlu Îsâ Allâh’tır dedi. Bazıları onun için Allâh’ın oğludur dedi. Bir başka grup da baba-oğul-rûhül kudüstür dedi. Nitekim (Nisâ -171) de “Öyleyse Allâh’a ve onun Resûllerine îmân edin ve ‘üçtür’ demeyin” buyurulmuştur.
Bugün Hristiyanların “Göklerdeki babamız”, “Yüce Îsâ bizi affetsin”, “Bâkire Meryem bizi korusun” gibi ifadeleri, şirk kokan sözlerdir. Çünkü Rabb’imiz Yüce Kitâb’ımızda “İlâhınız tek bir ilâhtır” buyuruyor. (Bakara-163)
Gerçi bu Âyet’in şümûlü Hazret-Îsa ve Hristiyanları da ilgilendirse de Hazret-i Mûsâ kıssalarını içine alsa da Rabb’imizin tek ilâhlığını vurgulaması bakımından “Tevhîd” akîdesinin de özüdür. Nüzûlü, Medine döneminde Hicret’in 1. ve 2. yıllarındadır. Müşrikler tek ilâh, Rahmân, Rahîm gibi adları duyunca şaştılar ve “Eğer doğru isen doğruluğunu bileceğimiz âyetler getir” dediler. Âyet bunun üzerine nâzil oldu. (Kâdî Beydâvî Tefsîri)
Tevhîd kelimesi “1”den vâhidden geliyorsa da Fıkh-ı Ekber’de İmâm-ı A’zam hazretleri bu ıstılâhı açıklarken “Tevhîd bir kelime değil bir ıstılâhtır (terim)” diyor. Şümûlünde Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğuna; hesap, mîzân, cennet-cehenneme inandım, bunların hepsi haktır demektir. Açıkça görülüyor ki bu Âmentü’nün açılımıdır, yânî îmânın açılımıdır.
Yüce Rabb’imiz sayı yönüyle değil ortağı olmaması yönüyle birdir. Nitekim her gün dilimizde dolaşan “Lâ ilâhe illallâh vahdehû lâ şerîkeleh velâ misâleleh” sözünde sâde vahdet değil, eşi ve benzeri olmaması da berâber zikredilmiştir.
Teşrîk tekbîrinde de onun ortağının olmaması, çocuğu olmaması İsrâ sûresi 111. Âyet’te işlenmiştir. “Lem yettehız veleden” ve İhlâs Sûre-i celîlesi 3. te de “lem yelid ve-lem yûled” ifâdesiyle bu konuda nasıl bir hassâsiyet gösterildiği âşikârdır.
Yıllarca kültür emperyalizmi altında azınlık rejisörlerin empozesi ile filmlerde Türk çocuklarına hep hâşâ “Allâh baba” gibi şirk sözü söyletilmiştir.
Vahdet ve şirk o kadar önemlidir ki bu yüzden İhlâs Sûre-i Celîlesi Kitâbullâh’ın üçte biri sayılır. “Üç İhlâsât-ı şerîfe ve bir Fâtiha-i şerîfe okuyan sanki Kur’ân-ı kerîmi hatmetmiş gibidir” buyuruyor Risâletpenâh Efendimiz.
Eski kavimlerin dinlerin muğlak, tanrı ve tanrıçaları boldu. Tanrıların birbirleriyle kavga eden bol bol çocukları vardı. İşte bu yüzden “lem yelid ve lem yûled” bu kadar önemlidir.
Zerdüşt dîninde de tek kitap ve tek ilâh yoktur. Beş kitap (Yesna, Yeşt, Vendidat, Visperad ve Horde Avesta) vardır. Hristiyanlıktaki dört İncil gibi. Zerdüşt dîninde de yardımcı tanrılar vardır.
Sümerlerde de yedi esas tanrı olup heykel tanrıcılık da vardı. Türklerde çok tanrıcılık (politeizm) ve heykel tanrıcılık (fetişizm) hiç olmadığı için Sümerlerle arasında bir bağ kurulması da zordur.
İşte bu çok tanrıcılığın ilâhları (âlihe) veyâ tanrıları “lâilâhe illallâh” teziyle yıkılmıştır. Bu yüzden Rabb’imizin zâtının adı olan Allâh lâfzının başka bir kelime ile karşılanması mümkün değildir; tanrı da uygun değildir.
Lâ ilâhe illallâh kavl-i kerîmi o kadar mühimdir ki, zikirler başlanırken “fa’lem ennehû lâilâhe illallah” denilir. Zîrâ o “efdalüzzikir”dir.
Özellikle Nakşiyye zikirlerinde nefy ü isbât esastır ki son iki maddesinde vukûf-ı adedî yâni sayının tek olmasına riâyet edilmesi ve sonunda “Muhammedürresûlullâh” denilmesidir.
Kelime-i tevhîd yâni “lâilâhe illallah” kelimesini söylemekle yapılan zikirdir. Mahlûkâtın (yaratılmışların) bilgisini kalbden çıkarmak, maksadın ve dileğin Allâhü te’âlâ olduğunu bilmektir. Nefy ü isbât zikrinde “lâ ilâhe” yâni Allâhü teâlâdan başka ilâh yoktur demek nefy; “illallâh” yâni Allâhü te’âlâ vardır demek de isbât ifâdeleriyle belirtilmiştir. “Nefy ve isbât zikrini çok yapınız.
Bu güzel kelimeyi tekrâr ederken bütün dilek ve düşüncelerinizi gönülden çıkarınız. Maksadınız, dileğiniz ve sevdiğiniz birden fazla (Allâhü te’âldan başkası) olmasın.” (İmâm-ı Rabbânî rahmetullâhi aleyh) (Dînî Terimler Sözlüğü c. 2 s. 100 Türkiye Gazetesi Yay. İstanbul)
Huzeyfe el Yemânî’nin (radıyallâhü anh) naklettiği bir hadîs-i şerîfte “Men kâle lâ ilâhe illallâh hutime lehû dehalel cenneh” (Et- Tergîb, Oruç, 30 ) Yâni kimin son nefesi lâ ilâhe illallâh olursa cennete girer buyurdu Efendimiz.
Burada da lâ yerine nefy olarak mâ kullanılmıştır. Yine illâ ile aynı makamdadır. Yâni burada da “Muhammed ancak resûldür” anlamı ve ifâdesi vardır.
Burada “Tevhîd”den murâd Rabb’imizin zât ve sıfatlarına inanıp onun resûlü olarak da Risâletpenâh Efendimizi kabûl etmektir.
Kur’ân-ı kerîmde bu ve bunun gibi sonsuz bedîî san’atler vardır. O zamanki Arab edebiyâtını zirvesinden indiren ve onları acz içinde bırakan yüce kitabımıza bu yüzden Mu’cizü-l beyân denilmiştir.
Kur’ân-ı kerîmde geçen “vâhid” kelimesi isbât için, “ehad” kelimesi de nefy için kullanılır.
Bir olan Allâh’tan başka ilâhların varlıklarını nefyetmektedir. Ayet-i kerimelerde Allâh lâfz-ı celâli onun zâtına işâret etmekte, ehad ise onun birliğini ifâde etmektedir. “Ehad” aded olarak bir demek olmayıp “Yegâne birdir, ortaksızdır, kendisinden başkasının hepsi mahlûktur” anlamına gelir. Tektir diye mânâ verilen “ehad” birlik anlamına gelen vâhid veyâ “vahdet” kökünden türetilmiş bir isimdir.
“Ehad” kelimesi İhlâs sûresi’nde doğrudan (1) Beled sûresinde (90-7) dolaylı olarak Allâh’a nisbet edilmiştir.
İşte i’tikâdın amelden daha önemli olması bundandır. “Anladım, bildim” değil “Âmentü” yâni inandım denilmesi de bunun delîlidir. Nisa 136. âyet-i kerime’de: “Ey îmân edenler, îmân ediniz” Müslümanlara yâhut münafıklara veyahut ehl-i kitap mü’minlerine hitaptır. Çünkü rivâyete göre Abdullâh bin Selâm ve arkadaşları “Yâ Resûlallâh, biz sana, kitâbına, Mûsâ’ya, Tevrat’a ve Uzeyr’e îmân ediyoruz; bundan başkasını inkâr ediyoruz” dediler. Âyet bunun üzerine indi. Allâh’a, Peygamber’ine, Peygamber’ine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba îmân edin, buna sebât edin ya da bütün kitapları, peygamberleri kaplayacak şekilde îmân edin; çünkü bir kısmına îmân, îmân etmemiş gibidir. (Age. Kadı Beydâvi Tefsiri, c.1 s. 594-595)
Görülüyor ki Rabb’imizin bize bildirmiş olduğu emir ve yasaklarda seçme hakkına sâhip değiliz. Bunlara eksiksiz inanmak zorundayız. Efendimizin bize bildirdikleri de emr-i mutlaktır. Çünkü âyet-i kerîmede “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının” (Haşir 59-7) diyor. İnkârcılar ve sapkınlar her ne kadar bu âyeti ganîmetlerle ilgili kabûl ederlerse de mânâ i’tibâriyle umûmîdir. Gerçi âyet ganîmet taksimi mes’elesiyle ilgili görünse de Mezheplere ve hadîs kitaplarına inananlar âyetteki resûle yönelik olan “Resûl size ne verdiyse onu alın, sizi neden alıkoyduysa ondan vaz geçin” bildiriminin Resûl’ün Müslümanlara sünnetini bıraktığı anlamında olduğunu bildirmişlerdir.
Hâsılı inanç eksik ve yanlış olursa inanılmamış gibi olacağından hemen ve vakit geçirmeden düzgün ve Ehl-i sünnet inancını sikât olan (inanılır, güvenilir, emîn kimseler) tarafından yazılmış kitaplardan okumalı, kitâbımızı, âhiret ve dünyâ saâdetimiz Efendimizin sünnetlerini, mezhep imamlarımızın ve hakîkî İslâm âlimlerinin bize dînimizi lâyıkıyla anlatan kitaplardan öğrenmeli ve kurtuluşa ermelidir. Söz budur gerisi boştur...