Hilafet meselesi

Sesli Dinle
A -
A +
18.3.2023
Dünyâda çok değişik idârî sistemler vardır. Bunların esas olarak adları değil uygulanışları önemlidir. Monark idârelerde seçim yoktur. Kral, imparator, pâdişâh, şâh vs. yöneticilerin devletleri hep seçime dayalı olmayan idârelerdir.
 
Bâzen adı cumhûriyet olan fakat seçim yapılmasına rağmen, demokrasinin hiçbir kuralının uygulanmadığı monark idârelerden daha katı rejimler de vardır. Çin Halk Cumhûriyeti veyâ şimdi son bulan Sovyet Sosyalist Cumhûriyetleri Birliği, Doğu Avrupa Varşova Paktı ülkeleri gibi... Bunlarda seçim vardır ama aday da seçilecek olanlar da bellidir.
 
Genelde ihtilâl ve inkılâplardan sonra demokrasiye geçişler hep sancılı olmuştur. Sistem veyâ rejim değişmelerinde halkın genelde bir tepkisi olur, ama buna sert müdâhalelerle karşılık verilir. Sistem mahkemeleri kurulur. Dünyânın hiçbir devletinden gelen îkazlara bakılmaz; îdamlar, hapisler ve değişik cezâlarla rejim oturtulmaya çalışılır. Genelde ihtilâl ve inkılâplarla gelen sistemde kültür alt yapısı tamâmen değiştirilmeye çalışılır. Halk bir akıl tutulması ile karşı karşıyadır. Bu anti-demokratik sistem rejimlerine hayâtı pahasına direnenler olduğu gibi, bu yeni rejimlerin yerleşmesini sağlayan halkın içinden gibi görünen fakat halktan tamâmen kopuk san’atkârlar, yazarlar, sahte aydınlar da rejim “havârîleri” olarak devreye girerler. Kültür altyapıları her ne kadar değişmelere uğrasa da bu değişime yıllara meydan okuyarak aslâ vazgeçmeyen kültür insanları da pes etmezler. Hapislerde geçen hayatlar veyâ ölümle son bulan idealler, yeri boş kalmayan kareler gibidir. Yıldan yıla çoğalırlar ve bu rejime giderek ters düşen kitlelerin sayısı artar. Bu sosyolojik bir tavırdır; engellenmesi de mümkün değildir.

YENİ DÜNYÂ VE YENİ İDÂRELER

Orta Çağların mutlak yönetimi hiç yadırganmadan benimsenen bir sistemdir. Bu rejimlerde demokrasinin adı bile yoktur.
İmparatorluklardan veyâ tek adam sisteminden demokrasilere geçiş de kolay olmamış, komünist ve ya faşist yönetimlerde de Orta Çağ idârecilerini aratan yöneticiler devreye girmiştir. I. ve II. Dünyâ Savaşları imparatorlukları bitirirken yeni dünyâ düzeninin ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Dünyâ bloklara ayrılmış, sosyalizm veyâ komünizm dünyânın çok geniş alanlarına yayılmış, sâdece idâri değil, ekonomik sistemlerde de çok farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Özellikle iki başlı iki zıt ekonomik görüş dünyâyı kesin çizgilerle bölmüştür. Bu iki başlı dev, ister komünizm olsun ister kapitalizm insanlara aslâ huzûr ve refâh getirmemiştir. Komünizm devlet eliyle halka zulmederken, kapitalizm büyük sermâye piyâsaları, karteller ve tröstlerle aynı zulmü değişik şekillerde uygulamıştır. Serbest piyasa ekonomisi özellikle gıdâ sektöründe aracı ve depolama yollarıyla halkın temel ihtiyaç maddelerine kolay ulaşmasını engellemiş, para alışverişi yapan yâni para-market olan bankalar, aşırı fâiz vurgunlarıyla halkı saf kredi veyâ romantik borçlanma sistemi olan “israf kartlarıyla” (kredi kartı) borç batağına gömmüş, nakit para dönüşümü geciktikçe kredi kartları patlamış, boşanmalar ve intiharlar da artmıştır. Sistemin kapital sâhipleri devamlı zenginleşirken orta tabaka zor şartlarda hayatlarını sürdürmeye devâm etmiştir. Geçim endeksleri, FED (Merkez Bankaları Sistemi) raporları, enflâsyon, zengin tabaka için fazla bir şey ifâde etmezken, tüketimi körükleyen reklâm kuşakları, zengin gibi tüketmek isteyen orta sınıfın ve üst sınıfların aşırı isrâfı, altyapısı tam teşekkül etmemişken ve akaryakıt çok pahalı iken bir çığ gibi büyüyen otomobil sâhibi olma merâkı, makyaj malzemeleri, parfümeri ve diğer kozmetik ürünlere aşırı yapılan harcamalar, her yaz her tabakanın olmazsa olmaz gibi idrâk ettikleri tâtil zaafı ve aslî ihtiyaç olmayan bu tâtiller için çekilen akıl almaz ve ödenemeyen krediler… Abdülhak Hâmid’in “Sahra” adlı eserinde dillendirdiği  -hâşâ-“Para ma’bûd bankalar ma’bed” sözü kapitalizmin özü gibi olmuştur.
 
Gittikçe artan gayr-i menkûl yolsuzlukları, tam arâzî tetkikleri yapılmadan gecekondu hızıyla kurulan gökdelenler bir deprem kuşağının çevrelediği ülkemizde hiç deprem olmayacakmış gibi çarpık yapılaşmaların bir tek sebebi vardır; evet, bir tek sebebi vardır! Îmân zaafına bağlı ahlâk erozyonu. Eğer ahlâk erozyonu varsa bütün değerlerin fayları zâten kırılmıştır. Ahlâk, dış görünüşü olan vicdan, muhâsebe ve tekellüflerini kaybetmişse, o topluma nasıl bir düzen getirebilirsiniz. Yıllarca îmânî ve ahlâkî tekliflerin uzağında yetiştirilen bir nesil, kapitalizmin ve bir ara onun “halaybaşılığını” yapmış olan sosyalizm-komünizmin yetiştirdiği zakkum çiçeklerinin acısını çekiyoruz. İslâm ahlâkı, ön plânda bu insanlığı, vicdânı, merhameti, kimseyi aldatmamayı, kendisinden önce kardeşlerini düşünmeyi, şart koşmuşsa hîleyi, ihtikârı, haksız kazancı, münâfıklığı, fesat çıkarmayı, devlet düşmanlığını da yasak etmişse, bunların hiç birisine uymadan, yâni İslâm ahlâkından kopuk yaşayarak hangi kardeşlikten, birlik ve berâberlikten söz edebiliriz. Din dışı yaşayanlara bir sözümüz yok! Ama ibâdetlerini yapıp da, İslâm’ın ısrarla istediği ahlâkî yapılanmaya bir taş koymayana ne demeli. Ticârî antet ve levhasının başına “Hacı” yazdırıp bunun gereğini yapmayanlar için Hazret-i Ömer’in sözü ne güzeldir: “Kişinin ibâdetleri sizi aldatmasın.” Unutulmamalı ki: “Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût 29 /45Taberâni’de bir hadîs-i şerîf’te de şöyle buyurulmuştur: “Kimin namazı onu kötülükten menetmiyorsa o namaz sâhibini Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz.” İşte İslâmiyet ve işte insâniyet.
 
Evet, gübrelikte gül yetişmez ama kardelen çiçeği ilâhî bir lütfun insanlığa sunduğu ümit rengidir. Bu ümidimizi hiç kaybetmedik, kaybetmeyeceğiz.

PEKİ, NASIL BİR İDÂRE

Kaybolan değerlerden veyâ üzeri çizilmiş sistemlere olan özlemden bahsetmiyoruz. Amacımız, Hılâfet geri gelsin mi gelmesin mi meselesi hiç değildir. Bizi aşan târihî konuları yine târihin değerlendirmelerine bırakarak yüzyıllarca İslâm ülkelerinde bir yönetim şekli olan Hılâfet kurumunu enine boyuna tartışmak gerek. Verilmek istenen yeni rejimin getirdiği ve târihî olmaktan çok sosyolojik bir şartlanma ile yeniden yapılandırılmak istenen geçmişle ilgilidir. Târih beynelmilel bir ilimdir. Ülkemizde uygulandığı gibi târih, sâdece Bâbıâli Gazeteciler Sokağında veyâ balo salonlarında romantik bir histeri ile yazılmaz. Târih, üzeri örtülemeyen bir kordur. Geçici küller onu örtmeye kâfî değildir. Bir muhâlif rüzgâr eser, muhkem gibi görünen kaleler bile yıkılır. Fransız İhtilâli, dünyâyı ateş deryâsına çeviren Rus ve Çin komünist sistemleri bile kültür ihtilâllerinin sınırını aşamadılar. Dillere ve alfabelere dokunulmadı. Rus komünizmi Ortodoks sistemle de uğraşmış fakat bütün kînini Orta Asya İslâm topluluklarına kusmuştur. İki büyük Dünyâ Savaşı bütün dengeleri değiştirmiş, bundan en büyük yarayı Osmanlı İmparatorluğu almıştır. İki devrede tahakkuk eden uygulamada sınırlar daralmış, evvelâ Saltanat sonra da Hılâfet kaldırılmıştır.  Batılı akbabalar yüz yıllardır gözünü diktikleri mübârek topraklarımıza bir rü’yânın tahakkuku gibi, ikinci bir Arz-ı mev’ûd gibi çullandılar. Tanzîmat’tan beri, Genç Osmanlılarla, Jön Türklerle, İttihâdcılarla ideal birliği ettikleri, İhtilâl artıkları, Makedon çetecileri, etnik drijanlar, Sandinski hempâları ve Mason romantikler rehberliğinde bütün Avrupa üzerimize geldi. İşte istenen olmuş, Sultan Abdülhamîd devrilmiş, II. Meşrûtiyet kurulmuş, şâibeli ve içinde bir sürü çete artığını barındıran Meb’ûsân Meclisi de kurulmuş, ama bu meclis içindeki Rum ve Ermeniler, Osmanlının Andon Efendileri, Sarkis Balyanların meclisi değil, Yorgi Anderya Boşoların meclisi idi.

NEREDESİN OSMANLI?

Yüz yıllarca Osmanlı Devleti’nin zırhı olarak görev yapan kurum Hılâfet’ti. Gerçi 18. yy. başlarında giderek kan kaybeden Hılâfet, II. Abdülhamîd ile birlikte müthiş siyâsî bir zekâ ile tekrar devreye sokulmuştu. Yâni pratikte Osmanlıda görünen fakat öteden beri bir türlü kabullenemedikleri Hılâfet kurumunu yıpratma zamanı gelmişti. Osmanlı yıkılmadan evvel İngiliz oyunlarına kanan özellikle merkez dışı Arap kabileleri Osmanlıya ümmet (millet) olma şerefini bile unutmuşlardı. Onlar artık Osmanlı saltanat halkasından Batı’nın yardımıyla çıkmışlar, fakat, şer’i ve örfî bir müeyyide olan Hılâfet’i hemen reddedememişlerdi. Hutbelerinde Osmanlı sultanlarının adı Halîfe olrak okutulurken Hindistan’a, Açe’ye, Mağrib’e kadar uzanan bu ma’nevî güce hemen muhâlefet etmek kolay değildi. Nitekim İstiklâl Savaşı’nda Hindistan’dan, Pâkistan’dan gelen maddî yardımların gerekçesi Hılâfet’e olan bağlılıktı. Osmanlının zayıflaması ile Hılâfet’in aslî şartlarından biri olan silâh gücü ve ümmeti koruma zaafı de baş göstermişti. Artık Osmanlı, coğrafyası içindeki kavimlere bile tam hâkim olamıyordu. Saltanat güç kaybettikçe Hılâfet de ona bağlı olarak güç kaybediyordu. Her şeye rağmen Hılâfet’in gücü Osmanlının gücünden daha fazla idi. Meselâ Meşrûtiyet meclisleri saltanâtın yetkilerini kısıtlarken veyâ paylaşırken, Hılâfet’i hiç tartışmadılar. İttihâdcılar bile bu konuda suskun kaldılar. Fakat dünyâ görüşleri ve dış bağlantılarıyla bağlı oldukları sosyolojik ve felsefî inançları bu konuda pek samîmî olmadıkları kanâatini doğurmaktaydı. Saltanat kaldırıldıktan sonra Hılâfet hemen kaldırılmadı. İki senelik bir bekleme dönemi İslâm dünyâsının tepkilerini ölçmek içindi. 
Şurası çok net söylenebilir: Osmanlı yıkılınca İslâm dünyâsı önce tam bir kaos ortamı yaşamıştır. Onlara hürriyet sunacaklarını va’deden Batı, kan ve gözyaşından başka hiçbir şey vermemişti. Sömürge ve zulüm dönemi başlamıştı. Kuzey Afrika ülkeleri Ömer Muhtar gibi kahramanlar çıkarmalarına rağmen, işgal edilmiş ve te’sirsiz bırakılmış bir devlette ne kadar direnebilirlerdi ki. Devlet baştan gitmiş, kuzgun leşe konmuştu.
 
Dört yüz küsûr sene üç dînin kavgasız yaşadığı Kudüs ve Filistin İsrâîl’in zulmü altında inim inim inlemekte… Artık “Aaaah Osmanlı neredesin!?” demenin faydası yok.
Osmanlının çekildiği bir karış toprakta bile zulüm ve kan durmadı. Balkanlar’da kandaş ve dindaşlarımıza yapılan işkence ve zulüm hiç bitmedi. Afrika ve Arap ülkeleri ya sosyalist ve totaliter rejimlere veyâ Vehhâbîlere teslîm oldu. Ne diyelim, ni’met elden gitmeden faydası anlaşılmazsa bu durum kaçınılmaz oluyor.

HİLÂFET ESKİ GÜCÜNÜ KAYBETTİ MİYDİ?

Hazret-i Peygamber Efendimizin irtihâl-i dâr-ı naîm eylemesinden sonra (Cennete irtihâli yâni göçmesi)  Efendimiz’in yâr-ı gârı (mağara dostu) Hazret-i Ebûbekir’le başlayan yeni İslâmî idâreye Hâlîfelik denmiştir. Yâni bu, Efendimizin vefâtıyla boşalan dünyâ ve din işlerinin yönetilmesi anlamına gelir. Kelime olarak bir kimseye halef olmak, yâni onun yerine geçmek demektir.
 
İmâmü’l-müslimîn olan zat, şer’î hükümlerin icrâsında Cenâb-ı Peygamber’e halef olduğu için, kendisine halîfe denmiştir. Bu makâma ilk def’a lâyık görülen Fi’l-gâri’r-refîkı el mülekkabi  bi’l-atîkı el-imâmi ale’t-tahkîkı halîfetiresûlillâh (olan mağara dostu ve atîk lakâblı, imâmeti tahakkuk eden ve Resûlullâh’ın Halîfesi) Hazret-i Sıddîk, en ağır yükü taşıyan ve ateşten gömleği ilk giyen insan olarak İslâm târîhine adını yazdırmış ve böylece yüz yıllarca sürecek olan yeni ve sâde İslâmiyet’e mahsus olan idâre şekline öncü  olmuştur.
 
Hılâfet’e “imâmât” da denmiştir. Namazda cemâate imâm olmak ma’nâsına olan imâmetten ayırmak için buna cemâat-i kübrâ ismi de verilmiştir. Allâme Teftâzâni (Mes’ûd b. Ömer b. Abdullâh) “Şerh-i Mekâsıd”da, Halîfeyi, Hazret-i Peygamber Efendimize halef olarak din ve dünyâ işlerinde riyâset-i âmmeyi (halka reis) yüklenendir, der.
 
İbn-i Hümâm da  (Muhammed b. Abdülvâhid b. Abel- İskenderî Abdülhamîd b. Mes’ûd es-Sivâsî el- Kâhirî el Hanefi) “Müsâyeare” adlı eserinde imâmeti “Millet-i İslâmiyye üzerinde tasarruf-ı âmmeye  (halkı yönetmeye) istihkaktır (hak kazanmak)” diyor.
 
Saltanat bir yönüyle mutlakıyet idâresi gibi olmakla dînî ve dünyevî işleri berâberinde bulundurmakta ve halkın din ve dünyâ işlerini berâberinde yüklenmekte ve halkın din ve dünyâ işlerini şer’î hükümlere uygun olarak yürütmesiyle İmparatorlardan, kisra ve kayserleden farklıdır. Eski Mısır’da fir’avnlar (firavun) aynı zamanda “tanrısal” sıfatlarıyla böyle bir bâtıl sistem kurmuşlardı. Amon’un bütün yetkilerine sâhip olan fir’avnlar herhangi bir yargılanma kurumuna hesap vermeden ülkeyi yönetirlerdi.
 
Hılâfet’te şûra ve başlangıçtaki icmâî hükümler, giderek kuvvetler ayrıldığı zaman da şeyhülislâmlar, sultan halîfe veyâ pâdişâha her zaman müdâhale hakkına sâhiptiler. Kaldı ki özellikle Osmanlıda Sultanlara hocalık yapan ulemâ da ehl-i hibre (bilir kişi) ve şerîatin mutlak hâkimiyetini sağlayan kâdîlık müesselereri de bu yönetimde şûra görevi görürlerdi. Kısaca adâlet şerîat’in gölgesinde olduğu için buna sultanların da müdâhale hakkı bulunmuyordu.
Zamanla devletin zayıflaması ve şeyhülislâmların siyâset işlerine karışmalarıyla bu âlî makamda da zedelenmeler olmuştur. Fakat Osmanlıda bâzı dönemler pek dillendirilmese de Yavuz’un emâneti olan bu sistem her zaman ser-tâc (baştâcı) olmuştur.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.