Kötü komşu Batı ve fetih aşkı

Sesli Dinle
A -
A +
Osmanlı,  1683’teki İkinci Viyana bozgunu ile psikolojik üstünlüğü Avrupa’ya kaptırdı. “Demek ki yenilmez denilen efsâne de yenilebiliyormuş” diyen Avrupa, bundan sonra hiç durmadan hamle tâzelemeye başladı.
 
Aslında Osmanlı Avrupa’ya açılarak varlığını hissettirdi; bir Anadolu devleti olarak kalsaydı belki de Batı’nın dikkatini bile çekmeyecekti. Onlar, Küçük Asya’da kurulan bu yeni devletle dalaşma riskine bile katlanmayacaklardı.
 
Osmanlı, devlet olma safhasında bir şeyi idrâk etti: Mesele, sâde bir devlet kurup, zaman zaman akınlar yaparak ganîmet elde edip şânına şan katmak değildi. İslâmiyet teblîği emrediyorsa bunun tek yolu cihâddan geçerdi. Küçük Müslüman beylikleri veyâ başkaldıran Müslüman devletleri düzene sokmak ve idâresi altına almak, ittihâd-ı İslâm olurdu. Ama mes’ele bununla bitmiyordu. Sınırlarımızın dirsek temâsında olan topraklarda karanlık Hristiyan taassubundan bîzâr olmuş, “Dîn-i Mübîn-i İslâm”la tanışmamış bir milletler topluluğu yaşıyordu. Bunlar İslâm’la tanışmadan suçlanamazdı; mes’ûl tutulamazdı.
 
Dünyâ, Risâletpenâh Efendimiz’in bi’seti ile nûru görmüş, birçok putperest ve müşrik, İslâm’la şereflenmişti.Küfür sârîdir; kötülük kolay olduğu için tercîh edilir. Düzenli ve doğru ibâdet devamlı ve disiplinli olduğu için buna sebât ve sabır gerekir. Ona, dînin emir ve yasaklarını aklî delillerle isbât ve idrâk yerine sorgusuz inanmak gerekir. Yâni “Niçin sorma bu böyle, yerindedir o öyle” düstûru ittihâz edinilmelidir. Tefekkür memdûh (övülmüş), şüphe memnû’dur (yasaktır). Bilimsel şüphe, fen ilimlerinde temel sâik olduğu için kesinlikle lâzımdır. Şüphe ve sorgu “Lâ yüs’el” kavramı, “amma yef’al” hükmünden dolayı sorgulanamaz. Yâni Allâhü te’âlâ yaptıklarından hiçbir varlığın sorgusuna muhatap olamaz.
 
Batı felsefesine dayalı düşünce sistemi, İslâmî ülkelerde de sorgulama ve şüphe kapısını aralamaya başlamıştı. Bütün dünyâyı saran İlk Çağ filozoflarının bilimsel şüphesi zâten çığırından çıkmış beşerî ve muharref dinleri haklı olarak sorguluyordu. Mûsâ aleyhisselâm’ın Tevrât’ı, Îsâ aleyhisselâmın İncil’i bozulmuş, Ehl-i Kitâb hükmü iptâl olmuş, “üçlü tanrı” sapıklığı Avrupa’yı istîlâ etmişti. Mısır’da ve Bizans’ta da sapkınlık had safhadaydı. Çin’de Konfüçyüsizm, Hind’de Budizm, Hinduizm, Îran’da Mecûsîlik, insanları kendisine din olarak bağlamıştı.
 
Araplar tam bir putperest olmuşlar, Ka’be-i Muazzama’ya sayısız putlar, fetişler, ikonlar dikmişler, onlara kurbanlar kesiyor ve kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. İslâmiyet hızla yayılırken ilk savaşlar dîni yaymak için değil, Müslümanların kendi varlıklarını ve dîni korumak için yapılmıştı. Bedir ve Uhud savaşlarının da hikmeti buydu. Mekkeli müşrikler, Medineli Müslümanlara din yoluyla kazanılan menfaatleri ortadan kalktığı ve ticâret vâsıtası yapılmış Mekke ve Ka’be’nin korunması amacı ile saldırdılar.
 
Sonraki gazâlar İslâm devletlerinin uyması gereken cihâd stratejisini uygulayan ve nasıl olması gerektiğini anlatan savaşlardı.
 
Dört Halîfe devri ile başlayan ve Türkistan’a kadar giden cihâd erleri, “Bizden sonra gelenler de bunları yapsın” mesajını veriyordu.
 
Bayrak düştüğü yerden kaldırılmalıydı. İslâm’a yeni bir sancaktar sâhibi ve cihâd rûhunu benimseyen güçlü bir Ehl-i sünnet devlet gerekliydi. Doğu’da İslâm devletleri var gibi yoktu. 11. asırda Şiî Fâtımîler, Büveyhîler, Bağdat Halîfeliği’ni muattal (işlemez) hâle getirmişler, Tuğrul Bey adlı mütevâzı bir Türk’ün sâyesinde Halîfe tekrar makâmına oturmuştu.
 
Anadolu’da Türklerle Bizans yine Anadolu’da savaşacak ve Anadolu ileride kurulacak dünyâ devletinin atlama tahtası olacaktı.
 
Daha beylik hâlindeki Osmanlının karşısında Moğollar büyük bir dertti. Selçukluyu hükümlerine boyun eğdiren Moğollar, Selçuklu sarayından bölgede hâkimiyet savaşı veriyor ve giderek Bizans’ı tehdît etmeye başlıyorlardı. Asya’nın derinliklerinden gelen bu zulüm fırtınası önüne geleni ezip geçiyordu. Bu iki güç arasında Kayı Beyliği hem Selçukluya omuz vermeye çalışıyor hem de muhtelif yerlerde Moğol belâsıyla uğraşıyordu. Bu ufak kabîlelerin bir avantajı vardı: Bu çadır toplulukları aslen çok mütecânis (homojen) bir topluluktu. Başlangıçta bu 200-300 çadırlık Türkmen kabîleleri yatay ve dikey akrabalık (usul ve fürû’) yoluyla birbirlerine çok bağlıydılar. Bunlar aynı boy ve aynı soydandı. Henüz büyük devlet veyâ imparatorluk olmadıkları için Türk olmanın saf hissiyâtını yaşıyorlardı.

TÜRKLER AVRUPA’DA

Türkler Asya kökenlidir. Bu Asya kökenli devletler; Karahanlı, Gazneli, Büyük Selçuklu, Harezm, Altın Ordu, Timur ve Bâbür devletleridir.
 
Bir Asya kökenli devlet olmasına rağmen Osmanlılar, Avrupa, Afrika ve Arap topraklarında kurulan en geniş çerçeveli ve başlangıç dönemlerindeki homojen yapısıyla ilk büyük ve muhteşem dünyâ devleti olmuştur.
 
İlk devlet temelleri Oğuz Ata tarafından kurulan Türkler, boylar hâlinde batıya akarken, müsâit bulduğu topraklara çadırlarını kuruyor ve kendi tamgalarını (özel işâretlerini)  dikiyorlardı.
 
Çin kaynaklarına göre Büyük Hun (Asya Hun) Devleti Orta Asya’da kurulan ilk Türk devletidir. Ayrıca bu devlet bir bayrak altında ilk siyâsî birliği de kuran topluluktur.
 
Sonra Asya’dan Avrupa topraklarına ayak basan ilk devlet Avrupa Hun Devleti’dir. Balamir Han önderliğindeki bu devlet Macaristan topraklarında kurulmuştur. Anadolu’ya ilk akınlar da bunlar zamânında olmuştur. Yâni Kânûnî Macaristan’a girdiğinde atalarının nal izlerini hissetmiştir.Avrupa’da ikinci Türk devleti Avarlardır. Romanya ve Macaristan’da kurulan bu devlet aynı zamanda ilk İstanbul kuşatmasını yapmıştır.
 
Oğuzlardan kopup Balkanlara yerleşen diğer bir Türk topluluğu da Bulgarlardır. Bunlar Tuna ve İtil Bulgarları diye ikiye ayrılmışlardır. Moğollar tarafından 1237’de yıkılsalar da Kazan Türkleri olarak yaşamaya devâm etmişlerdir.
 
Karluklar 751’deki Abbâsîler ve Çinliler arasındaki Talas Savaşı’ndan sonra İslâmiyet’ i kabûl eden ilk Türk topluluğudur.
 
Macarlar (Hunlar?), Kumanlar (Kıpçaklar)  ve Peçenekler Avrupa’da boy gösteren ilk Türk devletleridir.
 

BATI’YA AÇILAN KÖPRÜ: ANADOLU

Horasan, Âzerbaycan; Îran, Sûriye, batıya açılan ilk kapılardı. Sonrası zordu. Koskoca Bizans, batı yollarının ilerisini kesmişti. Bu toplulukların göçebe olmalarına rağmen bir yerde uzun süre mekân tutmaları refah seviyelerini artırıyor ve hayvancılıktan başka ticârete açılmalarını sağlıyordu.
 
Başlangıçta ne Bizans ne de Moğollar keçi çobanları dedikleri bu Oğuz boyunu pek ciddîye almıyor gibi görünüyorlardı. Fakat Bizanslılar 1071’i ve Alp Aslan’ı hiç unutmamışlardı.
 
Sancağı Anadolu Selçuklu Devleti’nden devralan Osman Gâzî, evvelâ Türkmen beylerinin basit ihtirasları ile vukû bulan düzensizlikleri giderdi. İç düzen sağlanmadan hiçbir başarı gelmezdi.
 
Sonra gelen Osmanlı pâdişahlarının hepsi de cihâd rûhuna sâhip akıllı, zekî ve dindar yönetici ve komutanlardı. Daha Süleyman Paşa zamânında 1348 yılında Rumeli’ye yâni Avrupa’ya geçen Osmanlı, Batı’ya “Geleceğim bekle!” demişti.
 
Niğbolu 1396Varna 1444II. Kosova Savaşı 1448 hızla ilerleyen Osmanlı kasırgasını durdurabilmek için Batı’nın hep birlik olma ve ortak Haçlı Ordu’su çıkarma mecbûriyetini de doğurmuştu. Sultan Fâtih’in İstanbul’u fethi de zâten Batı’nın kilidi olan Bizans’ı açmıştı.
 
Cihâd, Batı’yı işâret ediyordu. Anadolu veyâ Asya topraklarında dünyâ devleti olmak fazla bir şey ifâde etmiyordu. Osmanlıya ayak bağı olan Doğu mes’elesi yâni, Îran, Mısır gâileleri halledilmiş ve Batı’ya tam olarak açılma zamânı gelmişti.   Batı da bu büyük kuvvete râm olmuş, Papa’nın sürekli derlediği Haçlılar ve büyük deniz güçleri olan Venedik ve Ceneviz Osmanlıyı biraz terletiyordu, ama 17. yy’a kadar bu devletin Batı diye bir ciddî mes’elesi yoktu.
 
1683’ deki II. Viyana yenilgisi Osmanlıda ilk psikolojik şaşkınlığa ve Batı’yı dikkate almaya sebep oldu.
 
Batı’yı esas kendisine getiren ve korku salan 1396 Niğbolu Savaşı’dır. Batı bu savaşa büyük bir Haçlı ordusu ile çıkmıştı. Papa IX Boniface bu savaştan sonra 1398-1390 yılları arasında tehlike çanlarının İstanbul için çaldığının farkına varmış ve Hristiyanlık dünyâsının her tarafında Türklerle ilgili vaazlar verilmesini istemiş, kiliselerde kara isler çıkaran buhurlar, tütsüler yakılmıştır. Hristiyanlar bunu kötü ruhlardan korunmak için yaparlardı.
 

MÜSTEMLEKECİ VE ZÂLİM BATI

12. yy’dan beri Avrupa, İslâm’a karşı Moğollarla bile ittifak arayışına girmiştir.
 
Sonraki devirlerde Hristiyanlar Mekke’ye giden hacı adaylarının kulaklarını ve ellerini kestikten sonra, onları gemilerle birlikte diri diri yakıyor ve kestikleri kulakları ve elleri Müslüman hükümdarlara hediye(!) ediyorlardı.
 
Osmanlı karada olduğu gibi denizlerde de asırların en büyük gücü olmuştu.
 
Osmanlının denizlere açılma fobisi içindeki Hristiyan âlemi, bilhassa İspanya ile Portekiz, Venedik ve Cenevizlere her türlü desteği sağlayarak Batı sömürgeciliğini başlattılar.
 
Bu cümleden olarak Hristiyan dünyasının büyük desteğini alan 15. yy.da Kristof Kolomb ve 16. yy.da Vasco da Gama keşif amaçla hiç alâkası bile olmayan Amerika ve Hindistan kolonizasyonunu başlatmışlardır. Zâlim ve barbardılar. Yerli halklara akıl almaz zulümler ve işkenceler yaparak onları köleleştirip millî üretimi Hristiyan Batı’ya teslim ettiler. Aynı Kolomb, Osmanlılara karşı Çin’deki Grand Çan’ı (Han) harekete geçirmeye teşebbüs etmişti.
 

KÖTÜ KOMŞULAR

Atalarımız “Kötü komşu insanı ev sâhibi yapar” demişler. Zorluklar da Osmanlının genişlemesinde çok büyük rol oynamıştır. Meselâ Moğol belâsı ve Türkmen Beylerinden Sülemiş’in başlattığı isyanlar, İnegöl tekfurunun fitnesi, 1284’te bu kalenin fethini mecbûrî hâle getirmişti. Osman Bey, 1288’de Karacahisâr’ı zapt ederek sancak beyliğini aldı. 1299’da Bilecik ve Yarhisâr’ı ele geçirdi. 1302’deki İznik’in fethi 150 sene sonraları için İstanbul fethinin ilk provaları idi. Bütün fethedilen tekfurluklar korumalı kalelerdi ve Bizans’ın yâni Konstantinopolis’in (İstanbul) uç beylikleri gibiydi. Kayı Beyi Osman Bey’e kadar Bizans kendisini ciddî olarak zorlayan bir güçle karşılaşmamıştı. Bizans, tekfurluklarına en iyi kumandanlarını ve en iyi savaşçı birliklerini gönderse de değişen bir şey yoktu. Bu küçük beylik, bu aşîret, “keçi çobanları” diye aşağıladıkları bu Hak delileri kabına sığmıyordu.
 
Batı’nın yapacağı ilk şey ittifaklar ve diğer Türkmen beyliklerini isyâna teşvik etmekti. “İçte birlik sağlanmadan dışta fetih olmaz” düstûrunu benimseyen Osman Bey’in  bu birliği sağladıktan sonra kurduğu devlet, Oğuz Kağan’ın Asya’dan attığı okun Anadolu’ya saplanması idi. Ama Oğuz Ata’nın vasıyyeti vardı: Daha çok ülke, daha çok akarsu ve daha çok deniz… Tevhîd sancağı, kara Hristiyan taassubunu kırmalı ve bu karanlık ülkelere İslâm’ın nûrunu yaymalı, bir emr-i bülend olan Ezân-ı Muhammedî ile cihân-ı Muhammedî’nin kurulması sağlanmalı idi. Cihâdın kuru cihângîrlik olmadığını bilen bu îman yumağı inanmış ve mütevekkil topluluğu bu şartlarda kimse durduramazdı.
 
İstanbul’un alınması ile Bizans çökmüş ve Avrupa müthiş bir karamsarlığa gömülmüştü.
 

OSMANLI, İSLÂMİYET VE MEDENİYET

Osmanlı Mâverâünnehir reçetesini uyguladığı zaman dünyâ devleti olmuştur. Çünkü Türk’ün ilim reçetesi Mâverâünehir ve Buhârâ idi. Bundan murat şudur: Yüce Peygamberimiz “İlim Çin’de de olsa alın!”  buyurmuştur. Bu tabîî ki çok mühim bir hadîstir. Meselâ pusula MÖ 206 yılında Çin’de Han Hânedânı zamânında bulunmuş, sonra 11. yy.da Song Hânedânı bunu geliştirmiştir. Yine kâğıdı MS 105 yılında Çinli saray görevlisi Ts’ai Lun bulmuştur. Barutu da MS 142 yılında yine Çinliler bulmuştur. Yâni o zamanın ilim ve teknik  merkezi Çin gibiydi.
 
İşte Osmanlı bu hadîs-i şerîfi uygulamada gaflet göstermeye başlayınca yâni Mâverâünnehir ilmî reçetesini ikinci plâna atınca gerilemeye başlamıştır.
 
Başlangıçta hem cihâd rûhu hem medrese sistemi ile zirveyi yakalayan Osmanlı, dalga dalga yayılan fetih orduları ile tevhîd sancağını her gün biraz daha ileriye taşıyordu. Nesîmî’nin o güzel mısra’larından dökülen ma’nâ, Sultan Kânûnî ile birlikte gerçeğe dönüşüyor ve; “Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam //// Cevher-i lâ-mekân benem kevn ü mekâna sığmazam.”
 
Haremeyn ona en çok inanan ve hürmet eden Osmanlıya şeref veriyor, Hacerü’l-esved, Sahâbe-i kirâm ve Selef-i sâlihînden sonra istîlâm ve kudsî cismine dokunan leb-i mübâreklerden dökülen bûse-i samîmü’l-fuâdlara ferâğ-ı bâl ile mukâbele ediyordu. (Hacerü’l-esved, Hazret-i Peygamber’i ta’kîben Sahâbe-i kirâm ve Selef-i sâlihîn hazerâtından sonra onun kutsal cismine dokunan mübârek dudaklardan dökülen en samîmî öpüşlere gönül hoşluğu ile karşılık veriyordu.)
 
Ravza-i mutahhara en temiz ve saf Müslümanların hâdimliğinde Efendimiz’in nûrunu daha bir başka yaymaya başlamıştı. Osmanlı Sahâbe-i kirâm hazerâtına yakışır bir şekilde Dîn-i mübîn-i İslâm’ın müşahhas sûretiydi “Artık Osmanlı din gibi olmuştu.”
 
Kânûnî’nin vefâtı ile müthiş bir yeise kapılan Şâir Bâkî, veliyy-i ni’meti için yazdığı mersiyede,“Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin //// Nâkûs yerlerinde okuttun ezânları”(Yâni binlerce puthâneyi alıp mescid yaptın ve kilise çanları yerine ezânlar okuttun.)
 
İşte Osmanlı rûhu, işte cihâdın sırrı ve Osmanlı destânı bu beyittedir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.